Darüşşafaka Cemiyeti iletişim bölümüne uğradım. Bu bölümdeki arkadaşlar DEK’in (Darüşşafaka Eğitim Kurumları) onlarca projesi üzerinde çalışıyorlar. Yeni fon kaynakları toplamak için düzenlemeler, bağışçılarla ve kamuoyuyla ilişkiler;  durmamacasına bir faaliyet… DEK gemisi onlar gibi profesyonellerin ve gönüllü faaliyet gösterenlerin sırtında ilerliyor.

Biz bir proje üzerinde konuşurken içeriye Davut abi giriyor. İki hafta önce hastanede olduğunu düşünemeyeceğiniz bir enerji ve neşeyle, bağışıyla ilgili bir konuyu soruyor. Anlıyoruz ki DEK sınavlarında başarılı olan adayların mali durum araştırmasını sahada yüzlerce kilometre/ziyaret yaparak gerçekleştiren arkadaşların raporlarını incelemekte bir üst katta. Biraz ayrıntı anlatınca bir kez daha hem onun enerjisine, hem de DEK’in sürekli geliştirilen nesnel kurallarla bezeli kurumsal işleyişine hayranlık duyuyoruz. 

Davut abi hem kurumun tarihini hem bugününü çok iyi temsil eden portrelerden… Bir iyilik kurumunun “kader” kavramını nasıl anlamsız hale getirdiğini görüyoruz: çok yoksun bir ortamdan çıkıp çok iyi bir eğitimle, ülkenin en büyük ekonomik grubunun en üst düzey yöneticiliğine sıçrayış… Bu şansı yaratan kuruma uzanan ve bırakılmayan el… Çalıştığı kurumlarda, bulunduğu ortamlarda bir çeşit Daçka büyükelçiliği… Darüşşafaka Kurumlarında neferlik, yöneticilik ve katkı… 50. yıl mezuniyet belgelerini aldıkları tören için hazırladığı mükemmel dönem sunumundaki özeni kendi kısa biyografisine de göstermenin getirdiği birlikte çalışma rahatlığı… Ben sözü uzatmadan kendisine bırakıyorum, bu renkli hayat ve ülke öyküsünün ayrıntılarını keyifle dinlemek üzere (ök, eylül 2015).

Diyarbakır’dan Darüşşafaka’ya 

davut-okutcu-25
Sınava giriş belgesi için çekilmiş vesikalık, 1958.

Evimiz Diyarbakır’ın, o kendine özgü siyah bazalt taşlarından, yazın kavurucu sıcaklarından, kışın dondurucu soğuğundan koruyan kalın duvarlı, toprak damlı tipik Diyarbakır evlerinden biri idi.

Diyarbakır’ın en yoksul semtlerinden biri olan Ali Paşa Mahallesinde oturuyorduk. Ben 6 yaşında iken babam geçirdiği kalp krizinden sonra dünyaya veda etti. 7 yaşında ilkokula başladım.

İlkokulu bitirme dönemine geldiğimde pek öyle okuma imkanım da yoktu. Abim asker, ben ilkokulu bitirmişim; dolayısıyla ortaokula gitme şansım da pek az görünüyordu.

Yıl 1958. Son sınıfta ilkokullar arasında ‘Verem Haftası’ nedeniyle yapılan kompozisyon yarışmasında Türkiye üçüncüsü olmuştum. İlkokul müdürüm Nuri Araz hoca benim maddi durumumu bildiği için, “Seni Darüşşafaka’ya göndereceğim,” diye tutturarak oturdu Darüşşafaka’ya bir sürü yazı yazdı. Fakat sadece benim için değil, benim gibi çalışkan öğrencilerin hepsi için uğraşıyordu. Darüşşafaka’ya benim adıma yaptığı müraacatları kendi cebinden pullayıp postaladı. Nuri Hocanın bu çabalarının bütün hayatımı değiştireceğini o gün nereden bilebilirdim.

davut-okutcu-26
Darüşşafaka’ya girmeme vesile olan ilkokul müdürümüz Nuri Araz ile 1958. Beyaz giysili kızlar hemşire, ben doktoru temsil ediyorum. Kızılay haftası vesilesi ile. Verem savaş haftası için yazdığım kompozisyon da Türkiye üçüncülüğü kazanmış, çanta şeklindeki ödülümü Darüşşafaka’ya girdikten sonraki günlerde almıştım.

Bir gün vilayet konağının önünden geçerken pencereden biri bağırarak bana seslendi. Odasına çıktım. Milli eğitim müdür yardımcısı Remzi öğretmendi. Aramızda şu konuşma geçti:

“İmtihana hazır mısın?”

“Ne imtihanı hocam?”

“Yarın Diyarbakır Kolejinde Darüşşafaka’nın imtihanı var. Sana giriş belgesi de lazım. Ben hazırlarım. Bir saat sonra gel al. Yarın sabah saat 8.30 da Koleje git ve imtihana gir.”

Ertesi günü elimde belge ile koleje gittim. Darüşşafaka Cemiyetinden ve eski mezunlarından Halit Gürol adında yaşlıca biri beni karşıladı, oturacağım yeri gösterdi. Elime test kağıtlarını tutuşturup 1.5 saat zamanım olduğunu söyledi. Aradan bir ay geçtikten sonra Nuri Hoca beni evden çağırttı. Gözlerimden öptü. “Beni mahçup etmedin, yazılıyı geçmişsin. Şimdi sözlü imtihan için İstanbul’a gitmen lazım,” dedi.

12 yaşında, İstanbul’a tek başına

Üçüncü mevki biletim alındı. Trene bindirildim. Annemle ağlaşarak ayrıldık. Kömürlü kara tren üç gün iki gecede İstanbul’a gidiyordu. Annemin hazırladığı yollukları yiyerek, yarı uykulu yarı uykusuz üç günden sonra İstanbul’a vardım.

Kafamda bana yapılan tembihler peşpeşe sıralanıyor:

“Son durak olan İstanbul Haydarpaşa istasyonunda trenden ineceksin.”

“Trenden inince herkesin çıktığı büyük kapıya doğru git. Merdivenlerden in. Orda vapur iskelesini ve bilet gişesini göreceksin.”

“Bir bilet al. Vapura bin.”

“Vapur Galata Köprüsünde durur.”

“Köprünün kuzeyi Karaköy semti, güneyi Sirkeci’dir. Sirkeci’ye doğru git.”

“Orada Bozkurt Oteli’ni bul. Faik efendiyi sor.”

“Birilerine adres sorarsan ve sana benimle gel derse, sakın adamla gitme.”

Hayatımda ilk kez denizi gördüm.

Rüzgara binmiş yanımızdan geçen martılar ve masmavi denizin kucakladığı İstanbul manzarasıyla, Haydarpaşa’dan Galata Köprüsüne kadar süren yolculuk bir rüya gibiydi. Hayran hayran seyrediyordum. Galata köprüsüne vardığımda öğlen saati ve güneş de tam tepemde idi. Okulda öğrettikleri gibi kollarımı iki yana açarak “solum doğu, sağım batı, kuzey arkamda, güney önümde” diyemiyordum.

Birilerine sordum:  “Tramvay rayını takip et,” dedi.  Rayları takip ederek yürüdüm. Eminönü Camisinin önünde raylar tam bir daire çizerek geri dönüyordu… Şaşırdım. Çaresiz tekrar birisine sordum: “Benimle gel,” dedi.  Hemen tembihler aklıma geldi.

“Birilerine adres sorarsan ve sana benimle gel derse, sakın adamla gitme!”

Adam önde, ben on metre geriden takip ettim. Adam anlamış olacak ki gülerek başını salladı. Bana işaretle:

“Doğru git, ilk sokaktan sola dön, orada,” diye seslendi. Oteli ve Faik Bey’i buldum. Cankurtaran’daki evine gittik. Ertesi gün yanıma kattığı Abdurrahman Bey’le Edirnekapı-Bahçekapı tramvayına binip Çarşamba’ya gittik.

Okul bütçesindeki sıkıntı nedeniyle sadece o yıl için kişisel eşyalarımızı biz temin edecektik… Her şey güzeldi de iki takım elbiseyi hangi parayla yaptıracaktık ?

Beni okula bırakmadan önce nasıl geri döneceğimi de iyice anlattı. Okulda bana ertesi gün sözlü imtihana gireceğimi, daha sonraki gün de sağlık muayenesi yapılacağını söylediler. Yatacak yerim yoksa okulda kalabileceğimi de belirttiler. Teşekkür ettim. Ertesi gün sözlüye girdim. Matematik benim için çok kolaydı. Ondalıklar, paydalar soruldukça hızla cevap veriyordum. Olay Türkçe’ye gelip “Sarı nedir?” sorusuna “sıfat” diye cevap verdikten sonra tatsızlaşmaya başladı. “Peki sarısı nedir?” diye sorunca çuvalladım, “zamir” diyemedim. Ağlamaklı oldum. Sağlık kontrolünden geçtikten sonra, iki gün Gülhane Parkındaki salıncaklarda eğlendim, trene binip Diyarbakır’a döndüm. Üç hafta sonra mektup geldi. Okula kabul edilmiştim. Okul ayrıca bir de liste göndermişti. Okul bütçesindeki sıkıntı nedeniyle sadece o yıl için kişisel eşyalarımızı biz temin edecektik: Havlu, iç çamaşırı, diş fırçası, çamaşır torbası, biri harici biri dahili olmak üzere de iki takım elbise. Her şey güzeldi de iki takım elbiseyi hangi parayla yaptıracaktık? Para yok, pul yok. Neyse borçlanma ve eş dost komşu desteği sayesinde istenenler hazırlandı, tekrardan Darüşşafaka’ya geldim.

davut-okutcu-09
1960

Başta zorluk sonra kaynaşma

Darüşşafaka’da 1958 yılının bir sonbahar günü başlayan hayatımın ilk ayları çok zor geçti. Öğrenciler ağırlıklı olarak Ankara, İzmir, İstanbullu idiler. Diyarbakır ağzıyla konuştuğum Türkçe çoğu zaman alay konusu oluyordu. Evimi ailemi özlüyordum. Darüşşafaka çok kısa bir zamanda bizleri birbirimize kaynaştırdı. Aile eksikliğini hissetmemeye başladım. Çarşamba günleri öğleden sonra İstanbul’da oturan anneler çocuklarını görmeye gelirdi. Getirdikleri çikolatalar, meyveler, sucuklar ağzımızı sulandırırdı. Hafta sonları da eve “evci” çıkarlardı. Önceleri onları kıskanırken, arkadaşlığımız geliştikçe annelerinin getirdiklerine ortak olmaya başladık. Anneler çocuklarıyla görüşürken özenle biz daimi kalanlarla da yakınlık kurmaya çalışırlardı, bizleri evlerine davet ederlerdi.

Ziya Akçapar abi

Nedense hep benden büyük sınıflardaki ağabeylerim ile arkadaşlık kurdum. Nitekim kolej döneminin ilk öğrencileri 1962 mezunu Ali Kadri Arsın (Abu Dabi Büyükelçisi), bir dönemin İşletmeler Bakanlığında genel müdürlük yapan rahmetli Rıfat Akal, Yaşar Yeşilçay, Mehmet Beyazova hep benden büyük sınıflardaki arkadaşlarımdı.

davutokutcu00
Recep Ünal Eraydın’la okul bahçesinde. 1960-1961 ders yılında, orta II’de okuldan ayrıldı. Güzel bir anım var onunla : 1958-1959, hazırlık I’deyim. Sömestr tatili başlamak üzere. Tren biletini karşılayacak param yok. Ne yapacağımı nasıl gideceğimi düşünürken Recep yanında yetişkin biri ile yanıma geldi – amcası veya eniştesi idi. Recep Mudanyalıydı, ama sömestr tatilinde Batman’a ablasının (?) yanına gidecekti. Akrabası olan yetişkin, Recep’in benimle Diyarbakır’a gelip bir gece bizde kaldıktan sonra Batman’a gidip gidemeyeceğini soruyordu. Tabii kalabilir dedim. İkinizin de tren biletini yarın alacağım demişti. Yüreğimdeki o ağır sıkıntılı durum da bir anda yok oluvermişti. Biraz sonra müdür yardımcısı Raşit bey beni bahçede görüp yanına çağırttı. Ara tatilde Diyarbakır’a nasıl gideceğimi sordu. Ben de az önce konuşulanları aktardım. Başını kaldırıp ikinci katta muhasebeden birine seslendi. Ayniyat memuru Kemal Çinel’in başı göründü. “Ökütçü için ayırdığımız 30 lira yol parasını iptal edin,” dedi. Onlar da benim durumumu düşünmüşlerdi. Minnetle baktım Raşit Bey’e, teşekkür ettim. Recep’le 3 gün 2 gece kara tren yolculuğundan sonra Diyarbakır’a vardık. Avlululu toprak damlı evimizde bir gece bizde kaldı. Ertesi sabah kahvaltıdan sonra ağabeyim ile Mardinkapı’da otobüs garajına gittik. Onu gideceği yere uğurladık.

Okula ilk girdiğim günlerdeydi. Eylül ayıydı, hava hâlâ sıcaktı. Bizim eski tarihi binanın ve yeni kolej binasının arka tarafı oyun ve basketbol sahasıydı. Birkaç tane de çitlembik ağacı vardı. Oradayken herhalde orta bir veya ikinci sınıftan birisi abilik taslayıp beni sıkıştırdığı anda birden çok yakışıklı, kocaman bir abi sandalyesiyle birlikte duvara doğru yaslandığı yerden doğrularak ayağı kalktı. Bana takılan abiyi eliyle işaret ederek yanına çağırdı.  “Bir daha bu çocuğa haksız bir şey yapmaya kalkarsan karşında beni bulursun!’’ dedi. O gün, o akşam gözümde nasıl büyümüştü o abi! Bunu söyleyen Ziya Akçapar (DŞ’60) abimizdi.

Biz yeni başlayan kolej eğitiminin öğrencileri iken onlar da halen eski lise eğitimi için kullanılan tarihi binamızda okula devam ediyorlardı. Yani Fransız ekolü öğrenim görenler ile İngiliz/Amerikan ekolü bizler 1960 yılına kadar bir arada idik.

Bu para hafta sonlarında bir sinema bileti ile dönüşte turşucu dededen bir hıyar turşusu ve bir bardak turşu suyuna yeterdi

davut-okutcu-05
Orta II veya III yani 1961 veya 62 olmalı. Çarşamba yerleşkesi bahçesinde.

Hafta sonları İstanbul’da yakını olanlar evci çıkardı. Okulda daimi kalanlar haftada iki buçuk lira bekar aylığı alıyordu. Bu para hafta sonlarında bir sinema bileti ile dönüşte turşucu dededen bir hıyar turşusu ve bir bardak turşu suyuna yeterdi. Lacivert harici kıyafetimizin saat cebi üzerine diktiğimiz ve siperli şapkamızdaki sarı yaldızlı D.Ş. armaları ile oldukça gururlanarak dolaşırdık.

Simit mi? Elips mi?

Zorlu anlardaki tek kaçış yerim ders çalışmaktı. İngilizce hazırlık sınıfının en iyi talebesiydim. Hazırlık II’yi okumama gerek kalmadan, sınıf birincisi olarak orta 1’e geçtim. Ondan sonra her yıl sınıf birinciliğini kimseye kaptırmadan hep iftihar levhasındaki yerimi aldım. Resmim koridordaki levhada hep asılı kaldı. Bu gidiş lise II’nin ikinci yarısına kadar devam etti. Aynı zamanda Yıldız Teknik Üniversitesinin öğretim görevlisi de olan, Dr.Turgut Paylı adındaki geometri hocamız ile lise II’nin ilkbahar sömestrinde takıştığım yıl kazaya uğradı benim iftihar listesi maceram.

Hocamız kara tahtaya bir elips çizmiş bunun trigonometrik formülünü anlatırken ben, kim bilir nerelere dalıp gitmişim. Hocayı dinlemediğim belli. Birden Turgut Hoca beni hülyalarımdan ayırıp sordu:

“Evladım bu  neye benziyor?”

Hiç düşünmeden cevap verdim:

“Hocam simide benziyor.”

Çok kızdığı, yüzünün hareketlenen kaslarından ve kalın gözlük camlarını aşıp gelen haşin bakışlarından belliydi. Haykırdı:

“Ben sana o simidi yediririm.”

O günden sonra en fazla tahtaya çağrılan, çuvallamam için en olmadık soruları yaratan Turgut Hocam sayesinde  diğer derslerimin ortalamasi 10 üzerinden 9 olmasına rağmen, ikmale kaldım. İkmalde 9 çekerek sınıfı geçtim ama, o yıl İngiltere ile öğrenci değişim programına katılmayışıma ve zehir olan yaz tatilime mal oldu. Yine de bize çok şey kazandıran değerli bir hocamızdı.

davut-okutcu-01
Galatasaray Lisesi kültür şenliğinde Kırşehirli Necati Başara (İstanbul Radyosu Türk Halk Müziği bölümündeydi) yönetiminde koromuz. Daha önce de Bulut Buharalı (abimiz) ve keman ustası Fahrettin Çimenli çalıştırırdı. Soldan alt sıra : ?, Arif Yükler, Kaynak Contepe, Davut Ökütçü, Tuncer Akıner, Nurettin Ekşi (benim elimdeki büyük divan sazını Hayrettin Cete’yi ikna ederek Kapalı Çarşı’da Ohan Usta’dan 75 veya 100 TL’ye almıştım). Üst sıra : ?, Cem Umur Çekli, ? Akyalçın, Zafer Toraman, Talha Çamaş, Necati Başara, ?, Erkan Kerimoğlu, Necdet. 1964.

Çok sayıda etkinlik

Lisedeki abilerimizin yürüttüğü halk müziği korolarında yer aldım. Halk müziği enstrümanları çalıyordum. İlgi alanlarım halk müziği, halk oyunları ve fotoğrafçılıktı.  Sonra da Folklor Kulübünün başkanlığını yaptım.

En popüler kulüplerden biriydi Folklor Kulübü. En önemli dalı halk müziği idi. Korosunda okulumuzdaki erkek öğrencilerin yanında etkinliklerimizi birlikte yaptığımız kardeş okulumuz İstanbul Kız Lisesinin kızları vardı.

Basketbol ve voleybolu ile ünlü Spor Kulübü de popüler kulüplerdendi.  Bunlar ve bazı diğer kulüplerinki okul sınırları içinde kalmayan etkinliklerdi. Örneğin, liseler arasında yapılan münazaralarda bizim münazara takımımız İstanbul’un tüm liseleri arasında ses getiren bir takımdı. İngilizce, Türkçe, yer yer de Fransızca dilinde yapılan münazaralarda belli bir tezin savunulmasının bu kadar güzel yapılabilmesi tabii ki o çocuklara verilen iyi eğitim ve sonuçta oluşan  kültür birikiminin sonucuydu.

davut-okutcu-06
Istanbul Kız Lisesi öğrencileri ile yıl sonu konseri okulumuz salonunda. Büyük saz çalan benim, diğer çalgıcılar (Tuncer ile Nurettin yer değiştirmiş olarak) üstteki resimle aynı, darbukada Yavuz Salih Sevdir. Benim hemen arkamda sonra bankacı olan Atilla Uras. 1964.

Hocalarımız sıradan değillerdi, çoğunluğu kitap yazmış, uzman hocalardı. Tarihte, edebiyatta, güzel sanatlarda… Resim dersimize ise ressam olarak Türkiye çapında isim yapmış Kemal Zeren gibi, Kemal Yükselengil gibi hocalar gelirdi. Kısacası Darüşşafaka’nın eğitim kadrosu çok ama çok güçlüydü..

Ayten Çoker’in gülümseyen gözlerle bana bakıp söylediği “there is always time for courtesy’’ sözü hiç kulağımdan gitmedi

Eğer birisi bana deseydi ki “sana hafta sonu cezası veriyorum!”  ve bu bir yönetici olsaydı belki ağır gelebilirdi ama abiler,  “Bu hafta sonu benimlesin! Çıkmıyorsun!” dediği zamanlarda çok fazla üzülmezdik. Çünkü hafta sonunu onunla geçirirken bile mutlu olaylar paylaşacağımızı bilirdik. Bıyıklarımız tüylenip terlediğinde,  daha tıraş alışkanlığımız pek yoktu. Bir gün İngilizce öğretmenimiz Ayten Çoker bana, “Nedir bu bıyığının hali?’’ demişti. Ben de, “Hocam vaktim yok, tıraş olamıyorum’’ demiştim. Ayten Çoker’in gülümseyen gözlerle bana bakıp söylediği, “There is always time for courtesy!’’ sözü hiç kulağımdan gitmedi. Beni çok etkilemişti ve düzenli tıraş olmaya başlamıştım. Bunu öyle bir sevecenlikle anlatmıştı ki Ayten Hanım, o söyleyiş bir tekdir (azarlama) değildi. O bir annenin veya ablanın içten, samimi ifadesiydi. Ve bir daha Ayten Hanımın huzuruna o 3-4 telli bıyıklarım uzamış (o zaman tüyler vardı, henüz bıyık kıvamında değildi) yahut terlemiş halde hiç çıkmadım. Mutlaka temiz olarak çıkıyordum. Tıraş olmayı da abilerden gördüm. Yatakhanelerimiz yanyanaydı, sürekli izleyip gözlemler yapardık. Yatılı okul felsefesinde sürekli birbirini eğiten bir sistem içinde yetişiyorduk.

Okuldayken de başarı…

Ben Darüşşafaka’nın kolej sistemine geçtiği dönemin üçüncü yılında okula başlamışOgrenciKimliktım. Yabancı dili Fransızca olan eski lise öğrencileri Darüşşafaka’nın sembolü eski binada, İngilizce eğitim yapan biz kolej öğrencileri de yeni yapılan binada öğrenim görüyorduk.

İngilizce bölüm başkanımız bayan Nazıma Antel’di. Onunla birlikte çok güçlü bir eğitim kadrosu oluşturulmuştu. Böylesi güçlü eğitim kadrosunun ürünü çocuklar da tabii ki Türkiye liseleri arasında en iyi performansa sahiplerdi.

Bir diğer gerçek daha vardı ki, o da Darüşşafaka’nın başarısız olana geçit vermemesiydi. Yani bizim dönemimizde üç derse kadar ikmale kalınabilirdi. Üç dersten fazla ikmale (bütünlemeye) kalınırsa sınıfta kalınıyordu. Sınıfta kalanın da okuldan ilişiği kesiliyordu. Dönem sınavlarında da başarısız olununca yine ilişik kesiliyordu. Dolayısıyla sizi sürekli başarıya endeksleyen veya zorlayan bir eğitim sistemi vardı.

Ayrılınca da başarı… 

Darüşşafaka’da her şeye sahipken yani ekmek elden su gölden okuduğunuz ve imkanların en iyisine kavuştuğunuz iyi bir eğitim almak yerine düz bir liseye gidip eğitim almak zorunda kalacaktınız. Şu da var ki, Darüşşafaka’dan atılıp normal Milli Eğitim liselerine giden Darüşşafakalılar da çok başarılı oluyordu çünkü temel çok güçlüydü ve o temel üzerine gittiği okulda hemen aradaki farkı gösterebiliyordu. Ve belki Darüşşafaka’dan ayrılmış olmanın getirdiği bir reaksiyonla ya da bir sorumluluk üstlenmenin sonucunda orada daha çok  çaba gösterip başarılı olan öğrencilerimizin sayısı da az değildi.

Darüşşafaka’ya girmeseydim ne olurdum diye düşündüm tabi ki…

Biz Diyarbakır’da Ali Paşa İlkokulundan 1958’te kırk altı kişi mezun olduk. Bunlardan üniversiteyi bulanların sayısı üçü geçmiyor. İkisinin maddi durumu bizlerden biraz daha iyiydi. Üçüncü ise yani ben Darüşşafaka’ya geldim. Geri kalan kırk üç kişinin yarısından çoğu semt pazarlarında hamallık yapmak zorunda kaldı. Daha önce de söylediğim gibi bulunduğum çevre çok yoksuldu. Geri kalanın bir kısmı ortaokulu bitirebildi, liseye ulaşanların sayısı da çok az. Eğer Darüşşafaka olmasaydı belki semt pazarında sırtında küfeyle dolaşan biri olmayacaktım ama biraz daha şanslı olursam belki bir meslek okulunda bir şeyleri başarmış ya bir esnafın yanında çırak ya da en iyi şansla bir yerlerde en düşük kademede memur olurdum.

Cemiyet Başkanı Fettah Aytaç'ın elinden birincilik ödülünü alırken
Cemiyet başkanı Fettah Aytaç’ın elinden birincilik ödülünü (Mont Blanc dolma kalem takımıydı) alırken. Arka planda kısmen görünen Nazıma Antel. 1965.

Siyasalı üçüncülükle kazanmam burs alabilme ümidi vermekle beraber telaşlıydım

1965 yılında Darüşşafaka’nın Fen Bölümü birincisi olarak mezun oldum. Üniversitelerin tümünün sınavları henüz merkezi sistemle yapılmıyordu. Ortadoğu Teknik, İstanbul Teknik Üniversitesi, Robert Kolej Yüksek Okulu, Güzel Sanatlar gibi üniversitelerin imtihanlarına ayrı ayrı girmek gerekiyordu. İmtihan sonuçları açıklanmaya başlandı: İstanbul Üniversitesinin Kimya Bölümüne kabul edilmiş, Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesini de üçüncülükle kazanmıştım. Fakat üniversite tahsilimi karşılayacak mali imkanım yoktu.

Okul masraflarını nasıl karşılayacağımı kara kara düşünüyordum. Bugüne kadar Darüşşafaka’da ‘ekmek elden su gölden’ bu endişelerim olmadan günler, yıllar rahatça geçmişti. Siyasalı üçüncülükle kazanmam burs alabilme ümidi vermekle beraber telaşlıydım. O sırada Robert Kolej’in İşletme Bölümüne Fulbright teşkilatından tam burslu olarak kabul edildiğimi öğrenince rahatladım ve tercihimi buraya kullandım. Ancak gönlümdeki aslan Kimya Mühendisliği idi. Mühendislik dekanı ile görüştüm. İlk yıl ağırlıklı olarak mühendislik dersleri aldım, istenilen ortalamayı da yakalayıp mühendislik bölümüne transfer oldum.

1969 yılında Robert Kolejin Kimya Mühendisliği Bölümünden mezun oldum. Yurt dışında yüksek lisans (master) yapmak için imkan ararken Vehbi Koç’un kurduğu Türk Eğitim Vakfının ilk defa yurt dışı lisans üstü burs vereceğini öğrendim. Müracaat ettim. Mülakatlar yapıldı, seçildiğimi öğrendim. Amerika’ya burslu gönderilecek on öğrenci arasında yer aldım. Bu burs ile ABD’de gittiğim Syracuse Üniversitesinde endüstri mühendisliği dalında master yapıp yurda döndüm.

1971 yılında Koç Grubunda başlayan, Koç Holding Tüketim Grubu Başkan Yardımcılığına kadar uzanan 32 yıllık çalışma hayatım, muhtelif şirketlerde üst düzey yöneticilik ve yönetim kurulu üyelikleri ve nihayet 2003 Ocak ayında emeklilikle sona erdi.

davut-okutcu-07
Vehbi Koç’un katılımıyla Bozkurt Mensucatın 1975 bilanço yemeği öncesi Pera Palastaki kokteylde. Soldan dördüncü Vehbi Koç, beşinci ben.

Koç Grubuna bağlı muhtelif şirketlerde Departman Müdürü, Genel Müdür, Yönetim Kurulu üyesi görevlerinde bulundum. 19 yıl Koç grubunun tekstil şirketi Bozkurt Mensucatın muhtelif kademelerinde (Endüstri Mühendisi, Planlama ve Yatırım Müdürü, İşletme Müdürü, Genel Müdür Yardımcısı) görev yaptıktan sonra Vehbi Koç’un arzusu ile 1990-1996 yılları arasında Koç Holdingin Amerika Birleşik Devletlerindeki şirketi Ramerica International’in Genel Müdürlüğünde bulundum. 1996 yılında Koç Holding merkezindeki görevime döndüm. 1996’dan 2003 yılına kadar Tüketim Grubu Başkan Yardımcılığı görevi ile Maret, Düzey, Kav, Koç Ece, Bozkurt, BAT Tütüncülük şirketlerinde yönetim Kurulu üyelikleri yaptıktan sonra emekli olarak gruptan ayrıldım. 32 yıllık çalışma döneminin sonunda emekli yaşamına geçmekle birlikte çeşitli meslek ve sivil toplum örgütlerinde görev almaya devam ettim.

İstanbul Sanayi Odası Meclis Üyeliği, İstanbul Ticaret Odası Meclis Üyeliği yanı sıra Darüşşafakalılar Derneği ve İktisadi Kalkınma Vakfında ikişer dönem Yönetim Kurulu Başkanlığı yaptım.

Emekli olduktan sonra tüm zamanımı 2002’de Yönetim Kurulu Başkanı olduğum Darüşşafakalılar Derneği ile tek amacı Türkiye’yi Avrupa Birliğine taşımak olan İktisadi Kalkınma Vakfı’nın çalışmalarına verdim. Ayrıca benim hayatımda özel bir yeri olan Türk Eğitim Vakfı’nda da  iki dönem Yönetim Kurulu üyeliği yaptım. Vehbi Koç’un kurduğu ve okuttuğu bursiyerlere emanet ettiği Türk Eğitim Vakfının çalışmalarına, iş ve akademi dünyasının seçkin temsilcileri ve yurt dışı bursiyerlerimizle birlikte uzun yıllardır hizmet etmekteyim. Vehbi Bey, beni Amerika’dan döndükten 2 yıl sonra TEV mütevelli heyeti üyesi yapmıştı. 2015 Mart ayından beri tekrar yönetim kurulunda görev aldım.
Darüşşafaka Cemiyeti Yönetim Kurulunda değişik tarihlerde görev aldım. 1990-1991 yılında yedek üye, 1999-2002 yılları arasında asil üye, 2009-2012 arasında Yönetim Kurulu Başkan Vekili olarak görev aldım. Halen de Darüşşafaka Cemiyeti yönetim kurulunda görevime devam ediyorum. Cemiyetteki görevlerim arasında beni en fazla sorumluluk almaya götüren görev 2009’dan bu yana üstlendiğim Öğrenci Seçme, Sınav Kayıt ve Kabul Komisyonu Başkanlığıdır. Bilgi tabanlı sınav yerine yetenek ve matematik zekasını ölçen sınav sistemi, objektif değerlendirmeyi özendirip zorlayacak şekilde tasarladığım mali değerlendirme programı “eğitimde fırsat eşitliği” savımıza daha çok imkan vermiştir. Artık öğrencilerimizin üçte ikisi İstanbul ve çevresinden değil, yaygın şekilde Anadolu’dan gelmektedir.

Bunların dışında 1990’dan beri Türk-Amerikan İş Konseyinin, 2008’den beri de Türk Fransız İş Konseyinin Yürütme Kurulu üyeliklerini yürütmekteyim. Aldığım diğer görevler arasında halen Yönetim Kurulu Başkan yardımcılığını sürdürdüğüm Koç Yöneticileri Derneği KOÇ-YÖNDER ve mütevellisi olduğum Vaşington’da yine bir Daçka mezununun (Dr. Ülkü Ülgür) da kurucusu olduğu Türk-Amerikan Dernekleri Birliği (ATAA) de bulunuyor.

Devrimci uygulamalar

davut-okutcu-34
Soldan :’51 Ülkü Ülgür, ben, ’69 Prof. Haluk Ünal. ABD Daçka pilavları 1990’da başladı. 2012’deki bu nefis organize pilavı Haluk’un Maryland’deki evinde yaklaşık altmış Daçkalı ile yaptık. Bu organizasyonun öncüsü olarak da bana bir plaket verdiler.

Ben Darüşşafaka’da öğrenci iken Cemiyet Başkanımız Fettah Aytaç beydi. Kendileri ile yıllar sonra 1992 yılında New York’ta Ramerica Şirketinin Genel Müdürlüğünü yaptığım sıralarda tekrar karşılaştım. Beni hemen hatırladılar. Ondan sonra da sık sık kendilerini arayıp hatırlarını sordum, ziyaret ettim.

Ben 1965’te mezun oldum. 1964te Fettah Aytaç yönetimindeki cemiyet 1955’teki Kolej eğitimine geçiş kararından sonra yine devrimci bir yaklaşım sergileyerek Darüşşafaka’ya babalı çocukları da almaya başladı. O zaman açıklanan düşünce şöyleydi: Türkiye’de geçmiş dönemde çok fazla babasız çocuk vardı.Üç kıtada harb eden Osmanlı’da ortalama ömür çok düşüktü, sağlık hizmetleri en alt seviyedeydi. Bu nedenle çok fazla babasız çocuk vardı. Fakat Türkiye Kurtuluş Savaşı’ndan sonra başka bir savaş görmedi. Ülkede gelişen sanayileşme ve sağlık hizmetlerinin artması, iyi beslenme koşullarının oluşmasıyla ortalama ömür uzadı. Dolayısıyla babasız popülasyonda bir küçülme olurken bir diğer sorun öne çıkmaya başladı. Bir anne tek çocuğuna babasız bile olsa eğer çalışıyorsa bakabilir, buna karşılık ülkemizde çok sayıda yoksul ve çok çocuklu aile var. Bu aileler çocuklarının hepsine doğru dürüst eğitim verme olanağı bulamayacaklardır. Bu yüzden belli oranlarda babalı çocuklar da Darüşşafaka’ya alınmalı diye öngörülmüştü. 1971’de de ilk kez kız çocuklarına kucağını açtı. Ama ne yazık ki Fettah Aytaç’ın yönetimi bırakmasından sonra 1974’lerden itibaren babalı çocukların alınmasından vazgeçildi. Neden olarak da, kuruluş tüzüğünde ‘babasız çocuklar’ alınacak diye tanımlandığı gösterildi.

Yukarıda da söz ettiğim gibi Darüşşafaka için 1990-1991 arasında Darüşşafaka Cemiyeti’nde yedek üye olarak çalıştım. Daha sonra 1999 ile 2002 arasında Cemiyette yönetim kurulu üyesi olarak çalıştım. Ancak Çetin Berkmen başkanlığındaki Cemiyetin o günkü yönetiminin profesyonellikten uzak olması,  temel amacı olan eğitim odaklılıktan uzaklaşmış olması o dönemde beni, yönetim kurulu dışında kalma kararını almaya götürmüştü.

Cemiyette bir yönetim değişikliği olacak ise bunun demokratik yolla ve genel kurul kararı ile olması gerektiğini bildirdik

Eğtim odaklılıktan uzaklaşma sorununun devam etmemesi için “Darüşşafaka’nın geleceğinde mutlaka Darüşşafakalılar söz sahibi olmalıdır” savıyla, aktif çalışmalarıma devam ettim. İKV Başkanlığım döneminde aralıklarla İKV ofisimde toplantılar düzenliyordum. Toplantılarda Yavuz Şeremetoğlu, Zekeriya Yıldırım, Hayri Cem, Beşir Özmen, Mustafa Demirci ve ismini şu an hatırlayamadığım birkaç isim ile bir araya gelip Cemiyetin durumunu tartışıyorduk. O sırada Dernekler Masası müfettişleri Cemiyetin Eximbank’tan aldığı 38 milyon dolarlık kredi ve bununla bağlantılı olarak Urla ve Maltepe Rezidans inşaatındaki harcamaları ile ilgili suç duyurusunda bulunmuş, kovuşturma açılmıştı. İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu Darüşşafaka yönetimine el koyup kayyuma götürmeyi düşündüklerini ve kurulacak yeni yönetim kurulunda bizlere görev almamızı önerdi. Aramızda tartıştık ve buna karşı çıktık. Cemiyette bir yönetim değişikliği olacak ise bunun demokratik yolla ve genel kurul kararı ile olması gerektiğini bildirdik.   Darüşşafaka’nın mutlaka eskisi gibi saygın eğitim kurumu olma özelliğine kavuşturulması, Cemiyetin öncelikli işinin “eğitim odaklılık” olması gerektiğini savunarak girişimlerde bulunuyorduk… Daha sonra bu hareket Dernek Başkanlığım devam ederken “Darüşşafaka Yeniden Hareketi-DYH” adını aldı. Toplantı mekanı Darüşşafakalılar Derneği ile ODTÜ Baraka Lokali oldu. Çalışmalar sonuç verdi. 2005 yılı Genel Kurulunda Çetin Berkmen ve ekibi yerini çoğunluğu DYH üyelerinden oluşan Yönetim Kuruluna bıraktı.

Darüşşafakalılar Derneği Başkanlığım (2002-2006)

davut-okutcu-13Cemiyet Yönetim Kurulunda görüş ayrılığı nedeniyle göreve devam etmeme kararımın ardından Çetin Berkmen ve ekibinin bütün kulis çalışmasına rağmen Mart 2002’de, birlikte mücadele ettiğim arkadaşlarımla Derneğin yönetimine geldik. Bana teveccüh gösterip beni Başkan seçtiler. Yönetim Kurulunda Ahmet Arman, Mustafa Demirci, Yalçın Gültekin, Ömer Eskin, Erdinç Ergenç, Ahmet Demirel, Oğuz Altay, Mennan Akgül, Erhan Ateş, Elif Çorbacı Altıparmak, Erdoğan Kahyaoğlu, Beyhan Yalman, Nilgün Özdemir … vardı.

Derneğin 2001 yılı bütçesi 35 milyar TL idi (Türk Lirasından Ocak 2005 tarihinde altı sıfır atılıncaya kadar herkes milyoner yada milyarder idi). Bize yönetim devredildiğinde borcu 8 milyar TL ve kasası tamtakırdı. Burs verebildiği sayı da bir önceki yıl 7 de kalmıştı.

Spor Kulübümüzün o jesti can kurtaran simidi gibi gelmişti !

Dernek için bir an önce yeterli ve düzenli kaynak yaratmak gerekiyordu. Kolları sıvadık. Bütçemizi ilk yıl için yaklaşık üç kat  büyüterek birinci yıl 100 milyar, ikinci yıl 200 milyar TL gelir bütçesi yaptık. İlk işimiz olan kaynak bulma hedefi ile yola çıktık. İş hayatımdan tanıdığım dostlarımdan birer, ikişer milyar TL bağış ve Daçkalıların desteğini de aldık. Ancak  hızla daha çok nakit bulmamız gerekiyordu. 2002 Eylül başlarında Cankurtaran sahilinde Citadel Otelde bir yemek düzenledik. 220 Darüşşafakalı geldi. O akşam Spor Kulübü Başkan Ali Kahyaoğlu ve Yönetim Kurulu üyeleri, basketbol takımımızın oyuncuları ve eşleri tam kadro aramızdaydı. O yıl oldukça başarılı bir sezonun ardından play-off oynayan takımımız Fenerbahçe Ülker’e yarı finalde yenilerek Türkiye üçüncüsü olmuştu. Spor kulübümüz gelirken tüm takım elemanlarının imzaladığı bir topu da Derneğe armağan olarak getirmişlerdi. Açık arttırmaya konulan o top, Ahmet Arman’ın mahareti sayesinde 15 milyar TL ye değer bulurken, geceden kalan net 7 milyar TL hasılat ile birlikte bir gecede bütçemizin %25i oranında kaynak bulunmuştu bile. Spor Kulübümüzün o jesti can kurtaran simidi gibi gelmişti. Burs fonuna Daçkalıların katkısı da daha ilk yılın sonunda 20 milyara ulaşmıştı.

Sırası gelmişken söyleyeyim: Darüşşafaka’yı baskette bir ekol olarak zihinlere yerleştiren takımımızın başarılarla dolu yıllarında ben okuldaydım. Tarihçemizde anlatıldığı gibi; “4 Haziran 1951’de basketbol şubesini açarak atılıma geçen Kulüp, basketbolun yanında voleybol branşında da önemli hamleler gerçekleştirdi. 1950-1951 yılı ve sonraki yıllarda liselerarası ve 1959-1960 yıldızlar basketbol şampiyonluğu, Kulübün basketbol branşına daha fazla önem vermesine yol açtı. Basketbolda; 1957-58, 1958-59 ve 1960-61 sezonlarında İstanbul 4.’sü, 1961-62 sezonunda İstanbul 3.’sü, 1959-60 sezonunda “İstanbul Şampiyonu” ve 1960-61 ile 1961-62 sezonlarında iki yıl üst üste “Türkiye Basketbol Şampiyonu” oldu. Bunun yanı sıra 1958-59 ve 60 yılında üç kez üst üste “Özdemir Tuncer Kupası”nı kazandı. 1959 yılında Avrupa Turnesi’nde Belçika’da ikincilik elde etti. O yıllarda Darüşşafaka Basketbol Takımı, bir ilki gerçekleştirerek Avrupa Kupalarında üçüncü tura kalan ilk Türk takımı olarak adını spor tarihimize yazdırdı”. Voleybol şubesi de başarılı sonuçlar alarak göğsümüzü kabartıyordu. 1959 yılında Türkiye şampiyonu oldu…  Daha 1873’te okul yapılırken geniş futbol sahamızın bir kenarında zemini ahşap parke kaplı, oldukça yüksek tavanı olan kapalı spor salonu da düşünülüp inşa edilmişti. Daha sonra 1950’li yılların başlarında esnek, mastik asfalt zeminli, beton potaları ile açık basketbol sahası yeni kolej binasının arkasına yapılmıştı. Okul öğrencileri beden eğitimi ve jimnastik aktivitelerini bu sahalarda yapardı. Spor Kulübümüzün basketbol ve voleybol takımları da yine bu sahalarda antrenmanlarını yaparlardı. Yalçın Granit ağabeyimizin koçluğunda takımımız antrenman yaparken büyülenmiş gibi takılıp kalırdık onları izlerken. Takımımızın efsane oyuncuları bizler için birer idol idi. “Haşim Nedret Baskeeeet!” diye tempo tutuşumuz hala kulaklarımda. Spor ve Sergi Sarayındaki (Bugünkü Lütfü Kırdar Kongre Merkezi) maçlarına otobüslere doluşarak gidişimiz birer bayram havasında olurdu.

Miniadaçka@Miniatürk

Bir yandan Dernek borçları ile uğraşırken aynı anda camiamız için projeler üretiyorduk. Başkan yardımcım Yalçın Gültekin’in yönetiminde yayıncılık hayatımız renklenirken, Daçka Rapor ile de “şeffaflık” adına üç ayda bir Derneğin mali durumu hakkında üyelerimizi bilgilendiriyorduk. Oluşturduğumuz burs fonuna katkıda bulunan ve her geçen gün sayısı artan destekçilerimizin de adlarını yayınlıyorduk bu bültende. İki yılın sonunda 120 üniversiteli kardeşimize burs verir duruma gelmişti Dernek. Erhan Eran kardeşim ilginç bir proje ile geldi Yönetim Kuruluna. Yeni yeni gelişmekte olan Miniatürk parkına tarihi binamızın maketini yerleştirerek Miniatürkte okul maketi olan ilk kurum olmak… Hızla organize olduk. Bir taraftan Belediyenin konuyla ilgili Kültür A.Ş nin genel müdürü Cengiz Özdemir ile görüşmeler yapıyor, öte yandan projenin detayını üyelerimiz ile paylaşıp ayrı bir fon altında kaynak istiyorduk. Aradığımız güçlü desteği bulduk Daçkalılardan. Maket sipariş edildi, sözleşmeler imzalandı ve 28 Eylül 2003’te görkemli bir tören ile açılışı gerçekleştirdik. Halit Ziya Yılmayan ağabeyimizin açılışta gözyaşlarını tutamayışı hala gözlerimin önündedir.

2002 yılının sonunda yayınladığımız Dacka Rapor’da 104 milyarı aşkın gelir elde edip 55 öğrenciye burs verir hale geldiğimizi müjdeleyerek üyelerimize şöyle sesleniyordum:

 

2003’e Merhaba…..

Sevgili Darüşşafakalılar,

davut-okutcu-33Oldukça hareketli geçen 2002’yi geride bıraktık. Krizden çıkma çabası, 3 Kasım 2002 seçimleri ve onu izleyen günlerde yapılan Kopenhag zirvesinde AB’den 2004 Aralık ayı için aldığımız değerlendirme tarihi derken, 2003’e kapımızın eşiğindeki savaş tehdidi (2. Körfez Savaşı) ile girdik.

2004 Aralık ayına kadar tam demokrasiye geçis reformları, kısaca; temsil, barışçıl toplanma ve ifade özgürlüğü önündeki kısıtların kaldırılması, işkence ile etkin olarak mücadele ve gün ışığında, şeffaf yönetimin egemen olması önündeki tüm engellerin kaldırılması için hükümet (AB’ye karşı) kendini bağlamıştır.

Derneğimiz de bunun takipçisi olmayı üstlenen sivil toplum örgütlerinin çatı örgütü “Türkiye Platformu” içinde yer almaya devam edecektir. Toplum adına bu gelişmeleri beklerken aynı şeyleri bir ferdi olmaktan gurur duyduğumuz camiadan da istemek doğal hakkımızdır.

Bu sebeple Dernek olarak Darüşşafaka Cemiyetinin de daha şeffaf, daha profesyonelce yönetilmesi ve bu kurumlardan yetişenlerin Cemiyete üye olup görev alması önündeki engellerin kalkması için çabalarımızın yoğunlaşacağı bir yıl olacak.

2003’ün camiamız için başarılı geçmesini dilerim.

Davut Ökütçü-Dernek Başkanı

 

Her fırsatta Darüşşafaka’yı anlatmak

davut-okutcu-03Her gittiğim yerde, yazılı basın röportajlarımda, İKV Başkanı veya TEV Yönetim Kurulu üyesi olarak katıldığım TV programlarının -belki bir iki istisnası dışında- hemen hepsinde bir fırsat yaratarak Darüşşafaka mesajları veriyordum kamuoyuna. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya ziyaretlerim sık oluyordu. Oralara gittiğimde de öğretmen ve okul müdürlerini ziyaret edip öğretmenlere eğitimci olarak öğrencilerine verdiklerinin yanında potansiyel adaylara rehberlik ederek onları Darüşşafaka’ya yönlendirmelerinin önemini kendi yaşam öykümden örnekler vererek, o çocukların yaşamını nasıl değiştirebileceklerini de anlatıyordum.

2009’da Cemiyet Yönetim Kurulunda görev aldığımdan beri de “Öğrenci Seçme ve Kayıt, Kabul Komisyonu başkanlığı”nı yürütüyorum. Yurt sathındaki 13 binin üzerinde ilköğretim dördüncü sınıfta okuyan potansiyel öğrencinin her birine tek tek yazdığımız mektuplar, her yıl 45.000 km yol  kat ederek yaptığımız tanıtım toplantıları sayesinde Darüşşafaka’ya başvuran sayıları 4-5 misli arttı. Uygulamaya başladığımız “bilgi tabanlı sınav” yerine “yetenek tabanlı sınav” sayesinde son yıllarda geçmişin tam tersine Anadolu’dan okulumuza gelen çocukların oranı %65-70 lere yükseldi. Destek veren Darüşşafakalılar ile birlikte, sınavımızı kazanan her bir adayın mali durumunu görmek için ev ziyaretlerini yaptığımızda şahit olduğumuz her öykü “Darüşşafaka her yıl kucağını açtığı çocuklar için yeni yeni yaşamlar yaratmaktadır” savının ne kadar doğru olduğuna bir kez daha şahit oluyoruz.

O kadar çok Darüşşafaka’dan söz etmiş olmalıyım ki beni bir anlamda Darüşşafaka ile özdeşleştirmişlerdi.

KOÇ Holding’te otuzuncu yılımı tamamladığımda bana verilen onur plaketini Rahmi Koç’un elinden alırken salonda olağanüstü bir alkış koptu. Benim Darüşşafaka’yı her zeminde anlatmamdan o kadar çok etkilenmiş olmalı ki, Yürütme Kurulu Başkanı İnan Kıraç Bey yanıma gelerek mikrofondan, “Davut Bey bu kadar alkış aldığına göre herhalde bu salonda çok fazla Darüşşafakalı var,” diye bir espri yapmıştı. O kadar çok Darüşşafaka’dan söz etmiş olmalıyım ki beni bir anlamda Darüşşafaka ile özdeşleştirmişlerdi.

1991 sonunda Koç Holdingin ABD’de New York şehrindeki Ramerica International Inc. Şirketine Genel Müdür olarak tayin oldum. Burada bulunduğum beş yıl içinde Amerika’da bulunan 1971 mezunu Mehmet Erişkin’in öncülüğünde “Darüşşafaka USA Pilavı” adı altında bir buluşma organizasyonu yaptık. Yirmi üç yıldır bu gelenek devam ediyor. Dernek başkanlığım döneminde de Avrupa’da yerleşik Darüşşafakalıları bir araya getiren “DŞ Avrupa Pilavı” her yıl ayrı bir ülkede düzenlendi. Şimdilerde aralıklarla da olsa devam ediyor.

 Davut Ökütçü Çocuk Kütüphanesi

davut-okutcu-212006 yılında Güneydoğu Anadolu Belediyeler Birliği bir dizi proje için destek arıyordu. Bunlardan biri Diyarbakır’a özgü tarihi bir taş yapıyı restore ederek hem tarihi bir yapıyı kurtarmak, hem de 8-16 yaş grubundaki çocukların yararlanacağı bir çocuk kütüphanesine dönüştürmeyi içeriyordu. Doğduğum kent için iyi bir şey yapmak için “işte sana fırsat” dedim kendi kendime. Konuyu Türk Eğitim Vakfının Yönetim Kuruluna açtım. Ben şartlı bağışı yapacaktım, TEV de işin hukuksal boyutunu götürüp sözleşmeyi yapacak, paraları projenin gelişimine göre ödeyecekti. Bir yıl içinde proje tamamlandı. Darüşşafakalılar Derneği, İş Bankası ve Yapı Kredi Bankası projeye kitap desteğinde bulundu.

Kütüphanenin açılış öyküsünü yazar Şeyhmus Diken, 27 Mayıs 2015 tarihinde Tigris Haberdeki köşe yazısında şöyle anlatıyordu:

 Sur’da anlamlı Kütüphane

davut-okutcu-2227 Mayıs 2015 Çarşamba 09:02 sdiken@tigrishaber.com

“Sekiz yıl önce, 2007 yılında yine Mayıs ayıydı. Sur içinde Mardinkapı yolu üzerindeki namıyla müsemma Abbas’ın Parkı’nın hemen karşı sokağında Salos Mescidi’nin arkasındaki sokakta bir Çocuk Kütüphanesi açılacaktı.

“Diyarbekir Diyarım Yitirmişem Yanarım” kitabımda uzun bir mülakatı olan dostum, ağabeyim Davut Ökütçü’nün öncülük ettiği bir yapılanmaydı. Davut Ağabeyin “Şartlı Bağış” önerisine olumlu yanıt veren TEV-Türk Eğitim Vakfı, Sur Belediyesi işbirliğinde Kütüphanenin açılmasına destek olmuştu. Hemen arka sokağındaki tarihi Cumhuriyet İlkokulunun yanı başında bazalt bir eski Diyarbekir evinden oluşmuş Çocuk Kütüphanesi anlamlı bir kurumsal mekân olmuştu.

Doğrusu kent dinamiklerinin seçilmiş atanmış temsiliyetlerinin hayli özlenen bir tablosunun bir araya gelmesine de bu “Hayırlı iş” vesile olmuştu. Yıllar sonra AKP hükümetinin İçişleri Bakanı olacak olan Efkan Ala o yıllarda Diyarbakır Valisiydi, Osman Baydemir Büyükşehir Belediye Başkanı, Abdullah Demirbaş ise Sur Belediye Başkanıydı.

Kentin ilgili sivil toplum örgütleriyle birlikte doluşmuştuk avluya. TEV yetkilileri de heyecanla yerlerini almışlardı. Sırasıyla herkes konuşmalarını yaptı. Kitap kokuları çocuk seslerine karıştı. Mahallede şenlik havası esmişti.

[pull_quote_left]Doğduğum kent için iyi bir şey yapmak için “işte sana fırsat” dedim kendi kendime[/pull_quote_left]Bu tip kurumların sıkça açıldığını ama ömürlerinin uzun olmadığını bilenler acaba kitaba ve kütüphaneye ne kadar ilgi olur diye sormuşlardı kendilerine. Zaman geçtikçe çocukların kütüphanelerine ilgisi hiç azalmadı. Sur Belediyesi de kurumsal manada mekânı hiç ihmal etmedi. Davut Ökütçü Ağabey kente her geldiğinde kütüphaneyi mutlaka ziyaret etti. Çeşitli kurumlardan sağladığı kitap desteklerini hep kütüphaneye yolladı/yollattı.

Davut Abi geçtiğimiz günlerde beni arayarak kütüphanenin yaza girerken çocukların yaz tatilinde yararlanması düşüncesiyle bir miktar kitap takviyesinin uygun olacağı düşüncesini ifade etti. Beş yayınevi üzerinden çalışma yaparak 335 kitaplık bir kitap katkısını Sur Belediyesi EşBaşkanı Sayın Fatma Şık Barut’un da katılımı ve hazır bulunmasıyla Sur Belediyesi TEV Davut Ökütçü Çocuk Kütüphanesi yetkililerine sunduk.

Sur Belediyesinin kısıtlı olanaklarıyla Diyarbakır Kitap Fuarında satın aldığı dokuz yüz kitabın da haberini vererek ve Belediye Eşbaşkanı Fatma Şık Barut’un çok haklı olarak herkesi/her kesimi kütüphanelerine kitap bağışına davet çağrısı yapması anlamlıydı.

Umuyor ve diliyorum ki; Davut Ökütçü Ağabeyin bu anlamlı müdahilliğinin sesi daha çok duyulur ve adreslerine ulaşır…”

Yaşar Kemal ile dostluğumuz

davut-okutcu-35
Kendisi adına aldığım ödülü Yaşar Kemal’e evinde teslim ederken. 2014.

Hayranı olduğum, dünya edebiyatının bu dev kalemini 2010 yılında Darüşşafaka Cemiyetinin geleneksel Sait Faik Öykü Yarışması Ödül Töreninde tanıdım. (1955’te yazarın annesi Makbule Abasıyanık tarafından kurulan Sait Faik Hikâye Armağanı, 1964’ten beri Darüşşafaka Cemiyeti tarafından veriliyor. Sait Faik’in vasiyetnamesi doğrultusunda dönemin ileri gelen edebiyat ustalarından oluşturulan jüri, o yıl içerisinde yazılmış en iyi hikâye kitabını seçerek “Sait Faik Hikâye Armağanı”nı veriyor). Kısa zamanda dost olduk. Ev ziyaretleri, birlikte dışarıda yemekli sohbetler ile devam etti dostluğumuz. Öylesine yakınlaşma oldu ki ben on, on beş gün aramasam o arardı. Telefon çaldığında öbür uçta eşi Ayşe Semiha Baban, “Yaşar sizinle konuşmak istiyor,” diyerek telefonu ona uzatırdı.

Sohbetlerimizden birinde; yakın arkadaşı Sait Faik’in eserlerinin telif haklarını Darüşşafaka’ya bağışlamasında Yaşar Kemal’in rolünü öğreniyorum. Sait Faik hastalığının ilerlediği günlerde Yaşar Kemal’e tüm varlıklarını bağışlayacağı bir kurum aradığından söz eder. Yaşar Kemal Darüşşafaka’nın ülkenin yetenekli yetimlerine tanıdığı eğitim imkanı nedeniyle kuvvetle tavsiye eder. Sait Faik vasiyetini buna göre düzenler. Vefatından sonra annesi bu vasiyeti yerine getirmede tereddüt geçirdiğinde devreye gene Yaşar Kemal girer ve bağış gerçekleşir.

Dostluğumuz ilerledikçe bir çok şey paylaştım. Beni onurlandıran olaylardan biri de doktorunun kalabalık yerlere girmesine yasak getirmesi nedeniyle adına bir törene katılarak, Ona verilen bir beratı kabul etmemdi. Bu onur aldığım olay Nisan 2014’de gerçekleşti. Yaşar Kemal’e Batmanlılar Derneği’nin verdiği Hemşehrilik Beratını Onun adına aldım. Törende yaptığım konuşma şöyleydi:

Sayın Ayşe Semiha Baban adına, Yaşar Kemal adına bu ödülleri kabul etmek benim için büyük bir onurdur. Sizlere selam ve sevgilerini getiriyorum.

Diyarbekirli yazar Şeyhmus Diken bir yazısında; “İşin doğrusu Yaşar Kemal gibi Dünya Edebiyatının büyük ustası bir dil kıymetlisi şahsiyeti sade edebiyatçılığı ile tanıyıp, bilmek kanımca Yaşar Kemal’e büyük haksızlık olur. Yaşar Kemal’i vicdan ve onur sahibi aydın sesiyle de tanımak bilmek gerek. Yaşar Kemal’in sesi “onur da ağlar” diyerek haykıran bu coğrafyanın bir başka evladı Ahmed Arif’in dizesiyle bir içses’tir. Diğer bütün içses’ler gibi deruni ve içerden bir sestir. “Hariçten gazel okuma”ya ve okuyanlara karşı tavırlı bir içses. Yürekten yaralı, her ölüme, her yıkıma, her talana, her acıya, cinsiyet, kimlik, etnisite ayrımı gütmeksizin içi, yüreği yanan bir içses…” tir diyerek tanımlıyor bu Dünya Edebiyatının büyük ustasını.

Bu büyük usta adına sizlere hitap etme haddim değil. Onun için büyük yazarımızın herkesi barışa çağırdığı Bu Bir Çağrıdır kitabındaki önsözünden alıntılar yaparak kendi sözleriyle size hitap etmek istiyorum.

Yaşar Kemalin 1992’den bu yana, inatla, kimi zaman özlemle, kimi zaman öfkeyle ve her zaman umutla dile getirdiği demokrasi, insan hakları ve barış çağrılarını, uyarılarını ve söyleşilerini, bu konulara dair yazılarını bir araya getirdiği kitabının önsözüne “Böyle çağrıları çok yazdım, yirmi yıldır yazdıklarımı bir araya toplayarak bir daha çağrıda bulunayım dedim. Ne söylense sanki duyan yok, gören yok” diye başlayan yazar, “Gençliğimde, gazetecilik yıllarımda Çanakkale’de, Kurtuluş Savaşında birlikte savaşmış Türkleri de, Kürtleri de, onların sevgi ve dostluk dolu anılarını da çok dinledim. Bugün onların çocukları, torunları böyle bir kardeş savaşını kabul etmemeli. Etmiyorlar da. Bu savaş inanılmayacak kadar uzun sürdü. Türkler de Kürtler de bu savaşın bitmesini istiyorlar, bundan kuşkum yok” diyor.

Bu ülke bir kardeşlik toprağıdır, bu topraklardaki bütün kültürlerin, dillerin ve her doğa parçasının üstüne titrememiz gerekir vurgusunu yapan yazar, Kürt sorunu Türkiye’nin çağdaşlık sorunudur, Kürt sorunu Türkiye’nin demokrasi sorunudur, Türkiye’nin bütünlüğünün korunması gerekir ve bir kardeş kavgasında kazanan olmaz diyordu. 1995 yılında Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde yargılanırken hakimlere şöyle sesleniyordu:

“Benim yazılarım halkımıza birer çağrıdır. Öncelikle batıdaki, doğudaki çocukları, savaşta ölmüş anaları çağırıyorum. Bu savaş en çok sizin yüreğinizi yaktı. Herkesi çağırıyorum, sayın yargıçlar sizleri de bu savaşı durdurmak isteyenlere katılmaya çağırıyorum. Bu ülke hepimizindir ve bu ülke insanlık tarihinde çok uzun yaşamaya layıktır. Hem de onuruyla yaşamaya … Unutmayalım ki, bir ülkenin insanlarının onuru en azından toprağı kadar kutsaldır.”

Yaşar Kemal kitabının önsözünü şu sözlerle bitiriyor: “Çok hatalar yaptık ama umutsuzluğa düşmenin bir gereği yok. Bir ülke insanları insanca yaşamayı, mutluluğu, güzelliği seçecekse, bu, evrensel insan haklarından, düşünce özgürlüğünden geçer. Dilini ve onurunu istemek en temel ve doğal haktır…

Ben diyorum ki, bu yaraların sağılması bizim elimizde. Ülkemizin onurunu, ekmeğini, kültür zenginliğini kurtarmak elimizde. Gelin de doğru dürüst bir demokratik düzenin kurulması için aklımızla, yüreğimizle el ele verelim. Bu bir çağrıdır. Sözüm sizedir.”

Saygılarımla

 

Düşleri, gelecek hayalleri, idealleri de kendileri kadar büyük, yürekleri kadar sarsılmaz olan her birini bir güvercin kanadından süzülen ışık gibi, sevgisiyle yavaş yavaş sararak  birbirine kenetleyen bir yuva…

Aslında yuva basit bir sözcük gibi geliyor veya işte öylesine derinlik içermeden dilimizde söyleniyor. Yuva sözcüğünün anlamını bu çalışmalarımın sonucunda bir kez daha düşündüm… Biz Darüşşafakalılar için yuva kavramının çok daha farklı ve derin bir anlam ifade ettiğini anladım. Bize özel küçük bir yuva da değil orası… Öylesine kucaklayıcı öylesine farklı… kısaca Darüşşafaka büyülü bir yuva… İçinde binlerce küçük bedenin ısındığı, binlerce küçük yüreğin şefkatle kucaklandığı, bir çift ela gözde hafif bir pus görülse diğerlerinin derinden yaralandığı yuva kavramıyla binlerce kişilik bir aile…

Düşleri, gelecek hayalleri, idealleri de kendileri kadar büyük, yürekleri kadar sarsılmaz olan her birini bir güvercin kanadından süzülen ışık gibi, sevgisiyle yavaş yavaş sararak  birbirine kenetleyen bir yuva… Ve dünyanın dört bir yanına dağılmış Darüşşafaka ailesi…

davut-okutcu-30
2013

Ailesinden uzakta, babasızlığın verdiği boşluğu Darüşşafaka çok iyi dolduruyor. Zaman zaman meydana gelen disiplin olaylarını bir kenara bırakırsak genellikle aile yuvanızda bulacağınız sıcaklığı orada bulursunuz. Çünkü çevrenizde bir değil yüzlerce kardeşiniz vardır. Her biriyle çok yakın olmasanız dahi en yalnız halinizde bile yanınızda birilerinin olduğunu hissedersiniz. Öğretmenlerin yaklaşımı çoğunlukla sevecen. Bir işin yapılması için gereken disiplin veya onun getirdiği sertliklerle muhatap olabilirsiniz ama içten içe o insanların sizi sevdiğini hissediyorsanız yuva kavramını o zaman çok daha derinden algılamanız mümkündür. Darüşşafaka’ya geldiğimde ilk yemeğimizi yerken Ayten Hanımın masamızda oturup çatal bıçağı nasıl tutacağımızı nazik bir şekilde anlatışı zaman zaman bir abla bir anne sevecenliği ile içimizde babasızlığın, anne kucağından uzak olmanın oluşturduğu boşluğu, yaraları kapatıyordu. Nasip Dıblan hocamız İngilizce, matematik derslerimize gönüllü gelirdi. Maaş almazdı. Darüşşafaka’ya olan sevgisiyle gelmişti. Bir hocamız vardı, Gönül Soysallıoğlu; 1950’lerin koşullarında toplu taşıma araçlarının o kadar sınırlı olduğu bir ortamda sabah Kartal’dan kalkıp saat sekiz civarında saçı başı yapılmış, pırıl pırıl tertemiz giysileriyle gelirdi. İşinin başında o heyecanla ve sevgiyle öğrencileriyle birlikte olan öğretmenleri gördüm. Yıldız Teknik Üniversitesi’nden Prof. Dr. Turgut Paylı, cebir dersimize gelirdi. Niyazi Akşit hocamız bildiğiniz gibi tarih kitapları vardı, tarih dersimize girerdi. Tahir Nejat Gencay, edebiyat konusunda kitap yazmış değerli bir insandı, edebiyat dersimize gelirdi. Yani her biri kendi konumunda en derin şekilde uzman olan kişiler derslerimize gelirdi. Darüşşafaka’nın akademik kadrosu çok güçlüydü.

Öylesine işlemiş ki içime, her ortamda Darüşşafakalı var mı çevremde diye bakınıyorum

Öylesine işlemiş ki içime, her ortamda Darüşşafakalı var mı çevremde diye bakınıyorum. 1991 yılında New York şehrindeki KOÇ Gurubunun şirketine (Ramerica International) Genel Müdür olarak atanndığımda Vehbi Koç beyin beni oraya göndermesinin bir sebebi vardı. Şirket ciddi bir kriz içindeydi, baştan sona yenilenmesi ve yapılanması gerekiyordu. Yabancı bir ülkede, yabancı bir kentte, yabancı bir iş ortamında destek aradığımda ilk aklıma gelen gene Darüşşafakalılar oldu. Buradan Darüşşafakalı bir kardeşime sorduğumda “New York’ta Mehmet Erişkin’i bul, o sana herkesi tanıştırır’’ dedi. Mehmet’i bulduğumda (galiba 71 mezunuydu) arşivinde Amerika’nın değişik illerinde veya değişik kurumlarında görev yapan her biri başarılı yaklaşık 70 – 80 Darüşşafakalının isimleriyle karşılaştım. Onlarla sık sık bir araya gelme imkanı buldum ve hepsinden çok değerli fikirler aldım, yardımlar gördüm. Destekleri sayesinde ben işimde daha fazla başarılı oldum.

davut-okutcu-31
2014

İşte bu gelenek ve geleneğin sürdürülmesi arzusuyla Darüşşafakalılar Derneği başkanıyken Avrupa’da her sene bir başkentte Darüşşafakalıları bir araya getirdiğimiz ‘”Avrupa Pilavları” düzenlemeye başladık. Bu pilavlarda sadece nostaljik bir toplantı yapmadık. Evet hasret giderdik, birbirimizle konuştuk, anıları paylaştık ama oturduk ve her toplantının sonunda en az birkaç saat Darüşşafaka ile ilgili beyin fırtınası toplantıları da yaptık. Darüşşafakalılar Derneğine kaynak yaratma, liseyi bitirip üniversiteyi kazanan kardeşlerimize burs imkanı sağlayacak parasal katkılarda bulunma taahhütleri yaptık.

Dolayısıyla bu ailenin kenetlenmesi, birbirlerine ister yakın dönem ister uzak dönem olsun dünyanın her yerinde yakanızdaki rozeti görerek yaklaşan ya da tesadüfen telefonunu bulup ta “Alo!” dediğinizde o saat evini, işini bırakıp sizinle bir araya gelen insanlar olmaktadır. Böylesine mutlu bir aile başka nerede olabilir ki?

Daçka ruhu… Her şeyden önce size samimiyetle yaklaşan insanlar görebilirsiniz

Daçka ruhu..Bu farklı bir şey. Bu ruhta bir olguyu yaşamak istersek ancak onu iyi ve doğru bir şekilde anlattığımızda görebiliriz. Her şeyden önce size samimiyetle yaklaşan insanlar görebilirsiniz. Sonuçta sizinle birlikte olur veya olamaz. İmkanları elverir veya elvermez. Fakat samimiyetle yaklaşırlar. Bu ilişkilerde hiç bir çıkar göremezsiniz. Mesela ailenin parçası olma duygusu kişiden kişiye değişebilir fakat temelinde ailenin parçası olma duygusu vardır. Kiminde çok fazladır kiminde vasat bir seviyededir ama hepsinde vardır. Bazen bu duyguların en az olduğunu hissettiğiniz insanlara yaklaştığınızda ve onu daha yakından tanımaya başladığınızda ve eşelediğinizde onda da kocaman bir Darüşşafaka sevgisi olduğunu görürsünüz.

Darüşşafaka’ya sadakat… Bu kurum kültürleriyle ortaya çıkan bir süreçtir. Öğretmenleriyle, öğrencisiyle, yönetimiyle, geçmişiyle oluşan kurumlar ve kültürleri vardır. Bu bir  bütün olarak kurum kültürünü oluşturur. İşte o ruhu kaybetmediğiniz sürece zaman zaman aksamalar olsa da sürekli olarak yaşayan bir kültürdür ve sonuçta sadakat olarak ortaya çıkar.

Darüşşafaka’ların yurt sathına yayılması lazım…

davut-okutcu-32
Cumhuriyet Balosunda Daçkalı öğrencimizle dans. 2012.

Darüşşafaka bir sivil inisiyatif ürünüdür. Darüşşafaka halkın mektebidir ve yüz elli yılı aşkın bir süredir Türkiye’deki tek halk mektebidir. Ne yazık ki Darüşşafaka’yı çoğaltamadık. İdeallerden bir tanesi de şu olabilirdi: lise merkezi belki İstanbul’da olurdu ama Anadolu’nun değişik bölgelerinde yine aynı mantık içerisinde ilköğretim okulları açılabilirdi. Bu okulların içlerinden seçerek aldığı çocukları İstanbul’a getirip üst bir eğitime, kapasitenin altında kalanları da meslek okullarına yönlendirilebilirdi. Böylece hem o çocukların geleceği şekillenmiş olurdu hem de Türkiye’nin ara kademe insan ihtiyacı için nitelikli, kaliteli çocukların yetişmesine katkıda bulunulurdu. Belki bundan sonra Darüşşafaka Cemiyetinin yönetimini üstlenecek olanların çok daha geniş bir perspektif açısından bakıp Darüşşafaka’yı 152 yıldır tek bir okul olarak kalmasının ötesinde yurt sathına nasıl yaygınlaştırabiliriz, halktan daha fazla nasıl güç alarak bunu başarabiliriz planlarının düşünülmesi lazım olduğuna inanıyorum.

Kurumlar çağa göre kendilerini geliştirmek, yenilenerek çağın gerekleri, ihtiyaçları doğrultusunda kendilerini şekillendirmek zorundadırlar. Yoksa geçmişte kalarak klasikleşir ve kendilerini geliştiremeyerek sistem dışına itilirler. Hepimizin ortak ideali ve arzumuz Darüşşafaka’yı yine eskisi gibi toplum nezdinde kabul görmüş, bağışların aktığı, mükemmel eğitim veren ve Türkiye’nin önde gelen liseleri arasında görmektir.

Ben Darüşşafaka’ya 1958’de girdiğimde Daçka’nın kolej eğitimine geçişinin dördüncü yılında Fettah Aytaç’ın cemiyet başkanlığına gelmesi öncesinde eski Yapı Kredi Bankasının kurucusu Kazım Taşkent’in başında olduğu yönetim kurulunun Daçka’yı bir meslek okuluna dönüştürme niyetleri varmış. Anadolu’dan gelen çocuklara biraz torna, biraz marangozluk biraz el becerisi kazandırıp bir meslek okulu mezunu yapalım. Hayata atılsınlar çok daha fazla gayrete girmeye gerek yoktur düşüncesinde imişler. Neyse, o dönemin Daçkalıları Fetttah Aytaç’ın etrafında toplanıyorlar. “Bu kadar köklü bir mazisi olan bir kurumu siz yüceltmek için, daha ileri götürmek için mi görev başına geldiniz yoksa küçültmek için mi? Buna asla müsaade etmeyiz!’’ diyerek, mücadelenin sonunda yönetimi alıyorlar. Ve “Türkiye’nin geleceği için insan yetiştirmek lazım, bunların lisan bilen ufku geniş insanlar olarak yetişmesi için ne tedbir gerekiyorsa onu alalım” kararıyla yola çıkarak, 1955’te o dönemin Robert Koleji, Galatasaray Lisesi gibi elit okulları içinde Daçkanın yerini alması için kolej eğitimine geçiyorlar.

Darüşşafaka için hizmet etmiş herkesi minnet ve şükranla yad ediyorum.

ök/fa/kk Eylül 2015