dursunacikbas-0009
Dursun Açıkbaş milli forma ile, 1960.

Dursun abiyi 18 Mart 2014’de yaptığımız DSK 100. Yıl Gecesi çalışmaları sırasında tanıdım. Gecede plaketle teşekkür etmek istediğimiz bir grup da 1960-61 ve 61-62 sezonlarında peş peşe Türkiye şampiyonu olan basketbol takımımızın koçu ve oyuncularıydı. Dursun abi Ankara’da yerleşik olduğu için bir çok telefon görüşmesi yaptık gecenin düzenlemesi çalışmalarında. Az ve kısa konuşan bir izlenim bıraktı telefonlarda. Konuya ilişkin gerekli olanları konuşup kapatıyorduk. Gecede çok kısa merhabalaşabildik. Ertesi gün Ortaköy Lokalinde (Darüşşafakalı Cihat Örge ve Halit Ziya Yılmayan’ın Yeri’nde) görüştük. Başta asık gibi duran yüzünde gülümseme beliriyor, ama haksızlık hissettiği/hatırladığı noktada kaşlar hemen çatılıyordu. Dursun abi koyu bir Darüşşafakalı. Onun hayattaki ölçüsü Darüşşafaka’nın iyiliği ve siyah-yeşil renklere bağlılık gibi. Sonra Ankara’da Fethi ile ziyaretine giderek hem tarih çalışması hem de portre çalışmasını yaptık. Hep düşünceli ve adeta hüzünlü bakışların ardındaki kararlı ve azimli Dursun abiyi daha yakından tanıdık, bir çok şey öğrendik. En son 7 Şubat 2014’de Ankara’daki T. Telekom maçında görüştük. Sakin ve olumlu bakışla Darüşşafaka adının iyi temsil edilmesinden duyduğu memnuniyeti belirtiyor, çok iyi bildiği basketbolda bile mütevazı yorumların dışına çıkmıyordu. Onu tanımaktan çok mutlu olduk, buyurun siz de şampiyon takımın Dursun Açıkbaş’ı ile tanışın.

 

Darüşşafaka’ya birincilikle giriş

1938’de Elazığ’da doğdum. Bir köylü çocuğuyum. Babamı hiç bilmiyorum. Annem de çok küçükken duvarın çökmesi sonucu vefat ediyor. Hiç kardeşim yoktu. İstanbul’da yaşayan amcam vardı. 1944’te onun yanına geldim. İlkokulun ilk üç senesini Şehzadebaşı Camisine yakın 9. İlkokulda okudum. Sonra İstanbul Üniversitesi yakınında 6. İlkokula geçtim. Oradaki öğretmenim beni çok sahiplenmişti. Bazen evine götürürdü, iki üç gün kalırdım. O öğretmenim, ‘Darüşşafaka diye bir okul var, imtihanına sokacağım seni,’ dedi. Yalnız ben dördüncü sınıfı bitirdiğim zaman ilk kez dördü bitirenleri alma uygulaması kalktı. Altıncı sınıfa geçeceğim zaman girmiştim sınava. Sağ olsun öğretmenim kaydımı yaptırdı. Hatta hiç unutmuyorum, sınav sonuçları açıklanacaktı. Herkes annesiyle, bir akrabasıyla gelmiş, ben tek başıma bekliyordum. Hoparlörden kazananları okuyorlar. Ben nasıl olmuşsa birincilikle girmişim Darüşşafaka’ya. Kazanamayanlar ağlıyor, kazananlar seviniyordu. Yanımda oğlu kazanan bir kadın, ‘üzülme evladım, bir şey olmaz,’ dedi. Yani o kadar sahipsizim ki sevinemiyorum bile.

Lahana, ekmek kırıntısı ile beslenir spor yapardık

Nedret Uyguç
Nedret Uyguç, 1959.

Böylece 1950 senesinde girdim Darüşşafaka’ya. Benim okula girişimin ilk yıllarında hâlâ harp sonrasının sıkıntıları yaşanıyordu. Bir hayırsever bir kamyon lahana getirirdi mesela okula. Bir hafta boyunca lahana yerdik. Dersler akşamüstü bittiği zaman bir pencere vardı, oraya sepet içinde ekmek artıkları konurdu. Hepimiz gidip o ekmekleri yerdik. O sıkıntı bir-iki sene sürdü ama ondan sonra inanılmaz bir değişim oldu. Okulda yapılan o talaş böreğinin tadını hâlâ unutamam. Her Cumartesi mutlaka balık verilirdi. Nedret’in (Uyguç) de durumu benim gibiydi. Onun bir abisi vardı, İzmit’te yaşıyordu. Hafta sonu gideceğimiz bir evimiz yoktu. Cumartesi-Pazar okulda kalanlara bekâr öğrenci deniyordu. Biz devamlı basketbol oynuyorduk. Ben sınıfın en kısalarındandım.

Sınıf arkadaşı Alpay Öz bu konuda şunları söylüyor: “Biz yazın gidiyorduk okul tatil olunca. Bunlar Nedret ile ikisi sürekli basketbol oynuyordu. Açık basketbol sahası vardı, kırmızı toprak zeminli. Bütün yazı orada geçirmişler. Sekizinci sınıfı bitirmiştik. Biz tatilden geldik, Dursun bir basketbol oynuyor, olmaz böyle şey. Nedret keza, zaten o boy atmıştı.”

Müzede teşhir

Okuldaki ilk yıllarımızda bez toplarla maç yapardık. 6. sınıftayken bir gün yağmurlu bir havada her taraf çamur içinde, bahçede top peşinde koşturuyorduk. Müdür muavini Reşat Heparı köşeden geldi. Benim ismim aklında kalmış. “Dursun! Dursun!” diye bağırınca bütün çocuklar kaçtı, ben kaldım. “Bu ne hal, şu üstüne bak, gel bakayım,” dedi. Reşat Bey çok titiz bir insandı. Giyimine kuşamına çok dikkat ederdi.  O önden gitti, ben arkadan yürüdüm. 3. katta müze vardı. Müzenin kapısını açtırdı. “Sen burada bekleyeceksin. Herkesin göreceği bir pislik abidesisin,” dedi. Kapıyı kilitletip gitti. İki-üç saat müzenin içinde kaldım. Sonra geldi, kapıyı açtırdı. “Bir daha seni böyle pis görmeyeceğim, üstüne başına dikkat et,” dedi.

Rıfkı Bey

Okuldaki ikinci bir önemli isim belletmen Rıfkı Bey’di. Yaşlı ve bir hayli tecrübeli bir belletmendi. Şevket Taşlıca ağabeyimizin de amcasıydı. Dindar ve bekâr bir insandı, bütün hayatını Darüşşafaka’ya adamıştı. Okula yeni girmiştik. Gece yatakta yatıyoruz. Bu Rıfkı Bey gelip dürterdi, ‘kalk yavrum kalk,’ diye uyandırırdı bizi. Doğrulduğumuz zaman, ‘sağına yat yavrum, sağına yat,’ diye uyarırdı. Ayakta su içerken görürse hemen gelir, ‘oturarak iç,’ derdi. Birisi onu kızdırırsa bağırır, azarlardı fakat bir sonraki teneffüste gelir eline bir şeker tutuşturur, gönlünü alırdı. Yatma zili çaldığı zaman yaşı 60’ı geçmesine rağmen merdivenleri herkesten önce çıkıp yatakhanenin kapısında bekler, herkesi sırayla içeriye sokardı. Bir kış günü Boğaz’da oturan bir Darüşşafaka mezunu onu evine davet etmiş. Oraya giderken yolda kayıp düşmüş, omuriliği zedelenmiş. Revirde bir ay kadar yattı. Sert olmasına rağmen severdik ve her akşam ziyaretine giderdik. Sonunda bu kaza nedeniyle hayatını kaybetti.

Menderes’den salon istedim

Son sınıftaydık. Bir gün sabah etüdünde kapı açıldı. O zaman cemiyet başkanı Fettah Aytaç abimizdi. Onunla beraber dönemin başbakanı Adnan Menderes sınıfa girdiler. Kısa bir konuşmadan sonra Menderes bir sıraya oturdu. ‘Benden bir isteğiniz var mı?’diye sordu. Ben ayağa kalktım. ‘Sayın başbakanım, bizim bir spor tesisine ihtiyacımız var,’ dedim. Spor salonumuz çok küçüktü, bize yetmiyordu. O zaman eski okulun yanına yeni bina yapılmıştı. Onun önüne o dönem için çok güzel bir açık hava sahası yapıldı. Bize çok büyük bir katkısı oldu o sahanın. Bütün yaz orada çalışırdık. İstanbul’da olmayan güzellikte bir saha oldu orası. Işıklandırması filan bile vardı, gece maçları yapılırdı. 1959 yazı olabilir, o sırada NBA şampiyonu olan Boston Celtics’in dünyaca meşhur bir oyuncusu gelmişti. Bize misafir oldu ve antrenman yaptırdı. O kadar hızlı top kullanıyordu ki, pas veriyordu mesela biz yakalayamıyorduk. Yarım saat kadar sonra onun temposuna alışmıştık. Adam mesela kenardan elli-altmış tane jump-shot atıyordu, bir tane kaçırmamıştı.

Yıldızlarda İstanbul şampiyonu olduk

Şevket Taşlıca
Şevket Taşlıca, tahminen 1956.

Biz Nedret’le yıldız takımında beraber oynuyorduk. Fenerbahçe’yi yenip İstanbul şampiyonu olmuştuk. Genç takımda oynamadan A takımda eksilme olduğu için 1955-56 sezonunda Nedret’le beraber A takımına çıktık. Bizden önceki takım Şevket Taşlıca, Mehmet Baturalp, Hüdai Budanur, Sedat Erberk ve bir de okul müdürümüzün oğlu Özer Altan’dan oluşuyordu. Bu takım bir yıl devam etti (1954-55 sezonu). Bütün oyuncular Darüşşafaka’nın kendi bünyesindendi. O sene mezun oldular. Şevket Taşlıca Galatasaray’a, Baturalp Fenerbahçe’ye gitti. Bizim katıldığımız sene takımın ilk beşi Hüdai Budanur, Sedat Erberk, Nedret Uyguç, bizden bir sınıf büyük Güray Kılıç ve benden oluşuyordu.

O zaman Darüşşafaka lig dördüncüsüydü. O yıllarda okuldaki basketbolcuların yetişmesine en büyük katkı sağlayan Niyazi Turan abimizdir. O hem antrenörlük hem ağabeylik yapıyordu. İdareci olarak da Dilaver Uzgören abimizdir. O aynı zamanda gazeteciydi. Antrenörlük de yapardı. Hüdai abi bir sene sonra Beşiktaş’a gitti. Kısa boyluydu fakat inanılmaz derecede düzgün eli vardı. Neredeyse attığı bütün şutlar sayı olurdu. Dışarıdan oyuncular ilk kez o sırada gelmeye başladı. Tahir diye Eskişehirli bir arkadaşımız geldi, Hüdaverdi diye bir oyuncu geldi.

Refik Darcan

Dursun Galatasaraylılar arasından ribaunt alıyor. “Üç sene şampiyon olduğumuz dönemde G.Saray ile on maç yaptık, sekizini kazandık.
Dursun Galatasaraylılar arasından ribaunt alıyor. “Üç sene şampiyon olduğumuz dönemde G.Saray ile on maç yaptık, sekizini kazandık.” 8: Yavuz Demir, ortada Hüseyin Kozluca, 15 : Ali Kazaz (gerisinde Özer Salnur). Tahminen 1961.

Bu sporcular kadar önemli bir isim bu kulübü finans desteğiyle ayakta tutan Refik Darcan abimizdi. Kendisi Arı İnşaat’ın sahibiydi. O zaman Türkiye’nin en büyük inşaat şirketiydi. Haydarpaşa limanından tutun, Samsun limanı, İzmir limanı, demiryollarına kadar büyük işler almıştı. Refik Abi benim hayatımda tanıdığım en değerli insanlardan biriydi. Korkunç bir Darüşşafaka sevgisi vardı. Çok verici bir insandı. O zaman kurumsal bir yapı yoktu. Zaten profesyonellik yoktu. Herkese sınırlı bir para veriliyordu ama bunu Refik Abi sağlıyordu.  O dönem Darüşşafaka spor tarihinin en başarılı dönemidir. Refik Abi’yi gökyüzüne çıkarmak lazım çünkü var eden odur. Sporcular oynayıp görevlerini yapıyordu ama o kulübü on yıl boyunca ayakta tutan Refik Abi’ydi. Onun dışında Muhterem Vefa Veznedaroğlu abimiz vardı. Cemiyette de görevliydi. O da büyük destek sağlamıştır. Üçüncü isim yine Darüşşafakalı olan avukat Süreyya Yücelge’ydi. O dönemde kulübün her şeyiyle uğraşan isimlerdi bunlar. Fener, Galatasaray gibi önemli rakipleri yendiğimiz zaman Refik Abi soyunma odasına gelirdi. Elinde birer tane cumhuriyet altını, herkese dağıtırdı. O zaman büyük bir olaydı bu. Mutlaka anmamız gerekin bir kişi de Aydın Kırmacıoğlu ağabeyimizdir. Bizden dört sınıf büyüktü. Kısa bir süre basketbol şube başkanlığı gibi bir görevde de bulundu. O yönü bir tarafa inanılmaz fanatik bir taraftardı. Bir tribüne bedel bir ses gürlüğüyle tezahürat yapardı. Ne bir antrenman ne bir maç kaçırırdı. Gece gündüz bizle beraber olan çok saygın bir ağabeyimizdi.

6. Filodan top

Biz henüz öğrenciyken 6. Filo ile Amerikalılar geliyordu mesela, rahmetli İsmail Kafesçioğlu abimiz gidip onlarla sohbet ediyordu. Bizi davet ettiriyordu, biz gemiye gidiyorduk. Amerikalılarla maç yapıyorduk. O zaman bizde basketbol topu yoktu. İsmail Abi bütün toplarını bize bıraktırıyordu. Keslerini bırakırlardı. O bizim için büyük bir olaydı.  Rahmetli Nedret ile genç takımdayken biz, ağabeylerimizin doğru dürüst eşofman takımı bile yoktu. Biz aramızda konuşurduk, şöyle bir eşofman üstümüz olsa bizim de diye. Yazın Pendik’te Pavli adasının karşısında bir kumsal vardı, orada çadırlı kamp yapılırdı. Orada denize girerek bir-iki ay geçirirdik.

O yıllarda Türkiye’nin en uzun oyuncusu (2.02) Tuncer Kobaner’e karşı.
O yıllarda Türkiye’nin en uzun oyuncusu (2.02) Tuncer Kabaner’e karşı. Tahminen 1959.

İlk senelerde Nedret’le beraber maçtan okula dönüyorduk. Karnımızı doğru dürüst doyuramıyoruz. Yemek bitmiş oluyordu. Başmuavin Hakkı Bicioğlu’na gidip durumu anlattım. O spora sempatiyle bakıyordu. Peki deyip bana mutfağın anahtarını verdi. Biz Nedret’le saat 9-10 gibi geliyorduk akşam, orayı açıyorduk. Fırınlar daha hararetini kaybetmemiş oluyordu. Büyük buzdolaplarından etleri çıkarıp kesiyorduk, fırında pişiriyorduk. Nedret revirde hastalara çıkan özel yemeklerden de beslenirdi. Ben de zayıftım ama güçlüydüm. Nedret ise güçsüzdü. O bakımdan beslenmesine dikkat edilirdi. Her gün bir litre süt veriyorlardı.

İstanbul şampiyonluğu

1958-59 sezonunda Yalçın abi bize antrenör oldu. O zaman Darüşşafaka takımının yapısı değişmeye, dışarıdan oyuncu gelmeye başladı. Parasal anlamda ilk büyük transfer Fenerbahçe’den alınan Erdoğan Karabelen’dir. O zaman 10 bin lira para verildi kendisine. Şevket abi bize döndü. Hüdai abi döndü. Arkasından Galatasaray genç takımından Metin, yine dışarıdan Haşim, Halit ve Nedim alındı. 1959-60 sezonunda Darüşşafaka ilk şampiyonluğunu kazandı (İstanbul mahalli ligi şampiyonluğu). Final maçını Fenerbahçe ile oynadık. Maçı beş altı sayı geride götürüyorduk. O zaman Çaça Metin oyuna girdi. Bir mucize eseri son üç dakikada uzaktan üç tane şut soktu. O zamana kadar oyun başa baş gidiyordu, biz bir sayı öne geçtik. İlk şampiyonluğu öyle kazandık.

Darüşşafaka adeta kutsaldır

Şampiyonluktan sonra Yalçın abi iş hayatına atıldı ve yüksek bir para karşılığı İTÜ’ye gitti. O yıl çok acı bir olay da yaşadık. Şevket Taşlıca yedek subaydı. Aksaray’da otobüsten inerken paltosunun kuşağı kapıya sıkışmış. Otobüs kalkınca dengesini kaybedip altında kalmış. Bir müddet hastanede yattı. Gece gündüz Darüşşafakalılar olarak başında bekledik. Fakat Şevket abi’yi kaybettik. Cenazesine beş binin üzerinde insan katıldı. O bizim için büyük bir acıydı. Çok farklı, renkli, bulunduğu ortama neşe katan, motive eden bir insandı. Bunun üstüne Yalçın abi’nin ayrılması bende ve Nedret’te büyük bir tepki doğurdu. Galatasaray gibi takımlardan bize de transfer teklifleri oluyordu ama gitmeyi aklımızdan geçirmiyorduk. Darüşşafaka bizim için kutsal bir değerdi. O zaman bir Darüşşafakalı nasıl takımı bırakıp gider diyorduk. Tabii ki o günler bugünkü dünyaya göre çok farklıydı. Gönlümüzde hep Darüşşafaka sevgisi vardı çünkü Darüşşafaka bizi yoktan var etmişti. Onun sayesinde hayata tutunmuştuk, borcumuzu ödememiz mümkün değil diye düşünüyorduk.

1961 Türkiye şampiyonluğunu kazanan kadrodan Dursun Açıkbaş (solda), koç Atilla Erten ve Erdoğan Karabelen.
1961 Türkiye şampiyonluğunu kazanan kadrodan Dursun Açıkbaş (solda), koç Atilla Erten ve Erdoğan Karabelen. Ortaköy  Lokali (Darüşşfakalı Cihat Örge ve Halit Ziya Yılmayan’ın yeri)’nde. 19 Kasım 2014

 

Atilla Erten

Ertesi sezon (1960-61) Atilla Erten bize antrenör oldu. Atilla abi de son derece değerli, kendini takımına adayan ama bunu kimseyi kırmadan yapan bir insandı. O yıl Yalçın abinin yeni kurduğu İTÜ takımıyla maç yapıyorduk. Biz yirmi sayı kadar öndeydik.  Maç bitmek üzereydi. Önce Nedret’e faul yaptılar. Normal şekilde potaya atacağına yerden sürükleyerek attı. Arkasından top kenardan oyuna sokulacaktı. Ben topu aldım, arkadaşıma vereceğime kenarda oturan Yalçın abinin kucağına attım. Bu şekilde tepkiler verdik çünkü kabullenemiyorduk. O da sahayı bıraktı gitti. O yıl Türkiye şampiyonasında bütün maçlarımızı kazanıp son maçta da Galatasaray’ı yenerek Türkiye şampiyonu olduk (1960-61 sezonu).

Darüşşafaka basketbol takımı 1961’de Avrupa şampiyon kulüpler kupası maçı için İsrail’de. Ayakta sağdan dördüncü kişi kulüp başkanı Refik Darcan
Darüşşafaka basketbol takımı 1961’de Avrupa şampiyon kulüpler kupası maçı için İsrail’de. Ayakta soldan Haşim Ülküyakın, kondisyoner, ?, ? , Nedret Uyguç, Osman Kermen (beyaz hırkalı) ve eşi, Refik Darcan, Cemal abi, Erdoğan Karabelen, ?, çömelenler; İren İmre, ?, Metin Akşenkal, Halit Keskinpala, Dursun Açıkbaş, Rauf Alasya, Akın Batman, Nedim Hoşgör.

Osman Kermen

(soldan): Nedret Uyguç, Haşim Ülküyakın, Dursun Açıkbaş.
Milli takım Avrupa Kupası için trenle Belgrat yolcusu (soldan): Nedret Uyguç, Haşim Ülküyakın, Dursun Açıkbaş. 1961.

Ertesi yıl Atilla abi sezon ortasında antrenörlüğü bıraktı. Onun yerine Osman Kermen geldi. O kulübe ciddi bir para desteği sağlıyordu. Büyük bir tekstil fabrikasının sahibiydi. Antrenörlüğü bir nevi gösteriş olarak yapıyordu. Aynı zamanda tenis oynardı. O devrin meşhur tenisçisi Nazmi Bari arkadaşıydı.  Onu bize idari menajer olarak getirmişti. Osman Kermen büyük maçları kazandığımız zaman ‘Hadi beni omuzlarınıza alın,’ derdi. Oturmuş bir takımımız olduğu için o sezon da (1961-62) Türkiye şampiyonu olduk.

İki sene üst üste Avrupa şampiyon kulüpler kupasında oynadık. İlk sene bize Yunanistan şampiyonu çıktı. Fakat Yunanlılar aramızdaki siyasi gerginlik yüzünden maça çıkmadılar. İkinci turda İsrail’in Hapoel Telaviv takımı çıktı. Oradaki maçı önde olmamıza rağmen bir takım hatalar yüzünden üç sayı farkla kaybettik. İkinci maçın son saniyelerine iki sayı farkla önde girmiştik ama top onlardaydı. Bir top kaptık, rahmetli Nedret’e faul yapıldı. İki atışı da sayı yapınca kıl payı turu geçtik. İlk defa bir Türk takımı üçüncü tura çıkmıştı. Üçüncü turda o zamanki Sovyetler Birliği şampiyonu Dinamo Tiflis çıktı. İki maçta da yenildik onlara. O zamanlar Avrupa’nın en iyi takımıydı. Yine de o tura çıkmak ülke basketbolu ve bizim için büyük başarıydı. Dinamo Tiflis ile yapacağımız maç için trenle Kars’a gittik. Rus sınırına kadar 70 kilometrelik bir mesafe vardı. Bu tren 93 harbinden kalan hatta çalışıyordu. Oradaki hatlar daha genişmiş. Bu tren 70 kilometreyi dur kalk yaparak dört saatte alıyordu.

Denge bozulunca…

Sporcuların kaldığı yurt binası.
Sporcuların kaldığı yurt binası, restore edilmiş hali.

Ertesi sene (1962-63) Osman Kermen ile devam ettik. Fakat Osman Kermen inanılmaz bir şey yapıp bizim takımdan üç oyuncuyu – Erdoğan Karabelen, Metin ve Nedim’i takımdan ayırdı. Öyle bir takımdı ki o, herkesin çok farklı özellikleri vardı. Fakat bu özellikler birleşerek bir bütün haline geliyordu. Antrenör Yalçın Granit iken şampiyonduk. Ertesi sene Atilla Abi antrenör oldu, yine şampiyon olduk. Ertesi sene Osman Kermen antrenör oldu, yine şampiyon olduk. Yani o kadar iyi anlaşan bir takım olduğumuz için antrenör değişikliğinin bir önemi olmuyordu. Bu oyuncular gidince takımdaki bütün denge bozuldu.

Bunun üstüne bir İTÜ maçı oynarken bir olay yaşadık. İTÜ’de Darüşşafakalı Minik Önder (Okan) oynuyordu. Hatta genç takımda ben onların antrenörüydüm. Çok iyi bir basketbolcuydu. Önder Darüşşafaka’da oynamıştı ama takımda pek yer bulamıyordu, o yüzden İTÜ’ye geçmişti. Maç başa baş gidiyordu. Rahmetli Nedret kendini kontrol edemezdi. Maç sırasında Önder topu onun elinden kaptı. ‘Bu nasıl benim elimden topu kapar ?’ anlayışıyla oyunu bıraktı, başladı saha içinde Önder’i kovalamaya. Hakem düdük çalsa da hiç duyacak durumda değildi. Aslında Önder’in topu kapması maç esnasında meydana gelen normal bir olaydı ama küçük sınıftan biri nasıl elimdeki topu kapar diye hazmedememişti Nedret. Minik Önder kısa boylu ve çok hareketliydi. Nedret ise uzun boylu ve ağırdı. Önder bir öyle bir böyle koşarak kaçtı. Nedret yakalayamayınca hırsını alamadı, gitti çembere asılıp aşağıya indirdi.  O zamanki çemberler esnek olmadığı için kopunca maç tatil oldu. Nedret’e altı ay ceza verdiler, biz de o maçta hükmen mağlup sayıldık. Ondan sonra takımın dengesi bozuldu.

Parlak dönemin sonu

Osman Kermen 1963 başlarında ayrıldı. Arkadaşlara para ödemesi yapılmamaya başlandı. Arkadaşlar benim bu duruma bir çare bulmamı istediler. Refik Abi’nin evine gittim. Evi Spor Sergi Sarayı ve Hilton Otelinin karşısındaydı. O zaman beş altı tane çok seçkin ev vardı, onlardan biriydi. Kapıyı eşi açtı. Kendisini önceden tanıyordum. Refik Abi’yi görmek istediğimi söyleyince, ‘Hayır göremezsiniz, çünkü Refik abiniz kalp krizi geçirdi, ameliyat oldu,’ dedi. ‘Bunun sebebi sizlersiniz, maçlara geliyor çok heyecanlanıyor, o heyecana dayanamadığı için kalp krizi geçirdi. Bundan sonra basketbolla ilgilenemeyecek,’ diye konuştu. ‘Ne isteyecektin?’ diye sordu. Üç aydır para alamadığımızı söyleyince toplamın ne kadar olduğunu sordu. Miktarı söyledim. Sonra sezonun ne zaman biteceğini sordu. ‘Üç ay daha var,’ dedim. Onun için ne kadar para gerekeceğini sordu ve ertesi gün gelip sezon sonuna kadar gereken parayı almamı söyledi. Ertesi gün gidip parayı aldım. ‘Artık her şey bitti, Refik abinizin kulüple bir ilişkisi kalmadı,’ dedi. Düşünebiliyor musunuz ? Üst üste şampiyon olmuş bir takım bir anda yok oluyor ve kulüp kapanıyor. Genç takımdaki kardeşlerimizle yola devam ediyor. Bu acı olay benim belleğime kazındı. Başarılar devam ederken kulübün nasıl bir sistemle çalıştığının farkına varamıyorduk tabii. Değerli bir abimizin böyle bir olay yaşaması koskoca Darüşşafaka kulübünün kapanmasına yol açtı. Yine şampiyonluk kazanan voleybol takımı da kapandı tabii. Bütün arkadaşlar çeşitli kulüplere dağıldılar. O dönem böylece son buldu.

Nedret çok özeldi

Eğer Darüşşafaka’da bir oyuncuyu ön plana çıkarmak istiyorsanız Nedret Uyguç’u çıkarmak lazım. 1962’de Avrupa şampiyon kulüpler turnuvasında Macar Honved takımıyla eşleştik. Birinci maçı burada 7-8 sayıyla kaybettik. Budapeşte’deki rövanşta 6 sayıyla biz kazandık ama turu geçemedik. Rahmetli Nedret o maçta 42 sayı yapmıştı. Düşünün, o zamanlar üç sayı yoktu, çok farklı kurallarla oynanıyordu basketbol. Ona rağmen bir Avrupa maçında 42 sayı yapabilmişti, böyle bir oyuncuydu. Tabii eksik yönleri vardı ama öz olarak o dönemin Darüşşafaka takımının en iyisiydi.

İkinci olarak Refik Darcan abimize ayrı bir sayfa açmak lazım çünkü kulübü var eden, her şeyiyle ilgilenen bir insandı. O zamanki takımın çekirdeğini oluşturan ikinci oyuncu Haşim’di, üçüncü de bendim. 1959-1963 arasında takım kaptanlığı yapmıştım. Ben takım kaptanı olarak onların dengesini sağlayan biriydim diyebilirim. Bunların dışındaki arkadaşlar da çok değerliydi. Metin, Erdoğan, Halit, Nedim – bunların hepsi Darüşşafaka’dan ayrıldıktan sonra milli takımda oynadılar. Basketbol bugünkü gibi on oyuncuyla oynanmazdı o zamanlar. Ağırlıklı olarak beş kişiyle oynanırdı. Altıncı girer, yedinci belki girerdi. Farklı bir dünya vardı o zaman.

Darüşşafaka takımına o dönemde başarıyı kazandıran en büyük faktör birbirine olan sevgi ve bağlılıktı. Öyle bir takım ki, diyelim ki ben şutu atsam sokacağım ama atmıyorum. Nedret’e pota altında topu nasıl veririm diye düşünüyorum çünkü ona verdiğim zaman sayı yapma ihtimalinin daha yüksek olduğunu biliyorum. Bugünkü basketbolda Nedret tipinde bir pivot yok. Bugün herkes ondan 15-20 santim fazla sıçrıyor. Boyu ondan daha yüksek. Ama onun gibi sırtı dönük, iki eli o kadar yumuşak, o kadar güzel hook shot atan bir oyuncu yok. Elinden top çıktı mı çembere girmeme ihtimali yüzde on bile değildi. İki eliyle de rahatça atardı. Boyu 1.98’di. O zaman için uzun sayılıyordu. O yıllarda en uzun oyuncu Tuncer Kobaner’di, boyu 2.02’ydi. Hüseyin Alp çok sonra geldi.

İyi savunmacıydım

Takımda herkesin farklı özellikleri vardı. Ben o dönemde sanıyorum inanılmayacak kadar iyi müdafaa yapan bir oyuncuydum. Galatasaraylı Şengün Kaplanoğlu en skorer oyuncuydu. 25-30 sayıyla oynardı. Bizle oynadığı zaman 3-5 sayı atabilirdi. (47 döneminden Nuri Kırmacıoğlu burada söze girip şunları söylüyor: “Türkiye’nin en iyi sol guardıydı. Ondan iyi guard yoktu. Müdafaa ettiği rakibi kaput ederdi. Futbolda meşhur bir Çengel Hüseyin vardı. Dursun da basketbolun çengeliydi.”) Haşim iyi ribaunt alırdı. İyi jump shot atardı. Türkiye’nin en iyi sıçrayan oyuncusuydu. Metin iyi top kullanırdı. Erdoğan da tam bir görev adamıydı. Sayı ağırlığı Nedret’in üzerindeydi. Herkes kendi özelliğini ve arkadaşlarını iyi bildiği için kimsede öne çıkma ihtirası yoktu. Bu unsurlar başarıyı getirmişti. Ben daha sonra DSİ’de çalışırken Suspor ve askerliğimi yaparken Muhafızgücü’nde oynadım. Özellikle Suspor’da ortalama 15-20 sayıyla oynuyordum. Bunun sebebi Nedret gibi bir oyuncunun olmamasıydı.

Voleybolcular Cafer Aksakal ve Ender Kurt ile Dursun Açıkbaş (sağda) yurt binası önünde.
Voleybolcular Cafer Aksakal ve Ender Kurt ile Dursun Açıkbaş (sağda) yurt binası önünde. 1958 veya 59.

Adeta komün hayatı yaşardık

Okulun ön tarafında, cadde üstünde tek katlı bir yurt vardı. Daha önce üniversitede okuyan öğrenciler için yapılmış. 1956’dan sonra sporculara tahsis ettiler. Bütün sporcular orada kalıyorduk. Oradaki arkadaşlık, dostluk müthişti. Basketbolculardan Sedat Abi, Nedret, ben, voleybolculardan Cafer, Ender, Yıldıray, futbolculardan Tufan abi hep orada kalıyorduk. Bir aile gibiydik, her şey ortaktı. Aileden daha yakındık hatta. Aşağı yukarı 57’den 61 sonuna kadar beş altı sene orada yaşadık. Arkaya da kapısı vardı ama öndeki kapısı caddeye açılırdı. Çok sade bir hayatımız vardı; bir dolap, bir yatak, birkaç tane de masa. Yemeğimiz okuldan geliyordu. Binada duş vardı ama okuldaki hamamda yıkanırdık. Her gün antrenman yapardık orada olduğumuz için. Sadece spora odaklanırdık. Yıldıray’ın çok güzel sesi vardı, bize çok güzel türküler şarkılar söylerdi. Gece hayatımız yoktu. Okul hayatı gibi en geç 10’da uyur, sabah erkenden kalkardık. Gece hayatımız yoktu. Sadece yazın denize giderdik. Bu yaşamın verdiği inanılmaz bir bağ vardı. Kıyafetimiz, giyimimiz, paramız – her şeyimiz ortaktı. Hele rahmetli Nedret’in hiç para kavramı yoktu. Para ortada olur, kimin neye ihtiyacı varsa o kadarını alırdı.

DSK sonrası ve bugün

Darüşşafaka’yı bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesinde jeoloji mühendisliği okudum. Bir yandan da takımda oynuyordum ama dediğim gibi 1963’ün Nisan ayında bitti takım. Ben o zaman üniversiteyi bitirmiştim. İş hayatına başlamıştım. Oynamaya ara verdim. Askerliğimi yaparken Muhafızgücü’nde oynadım. Sonra Ankara’da DSİ’de çalışırken iki sene de Suspor’da oynadım. Suspor’da oynarken ortalama 20 sayıyla oynamıştım. Hatta sayı krallığında sekizinci sıradaydım. Demek ki o sayı potansiyeli varmış ama Darüşşafaka’da hep savunma ağırlıklı oynadığım için ortaya çıkmamış. Fakat takıma hiç uyum sağlayamadım. Bambaşka bir dünyaydı. Benim için önemli olan Darüşşafaka’ydı. DSİ’den sonra senelerce TPAO’da çalıştım. Sonra özel bir şirkette genel müdürlük yaptım. Çalışma hayatım sona erdikten sonra okumaya çok merak sardım. Yakın tarihimizi, Anadolu’daki belli uygarlıkları araştırmaya başladım.

O dönemde Darüşşafaka bir mucize gerçekleştirmişti. Bu mucize elbirliğiyle yapıldı. Bunun temelinde Darüşşafaka’nın kendi yetiştirdiği oyuncular vardı. Fakat kulüp kurumsal olamadığı için en parlak döneminde birdenbire yok oldu. Yıllar sonra 1. Lige geri döndü. İnşallah artık bundan sonra kurumsallaşır ve tekrar iniş çıkış yaşamadan sürekliliği olur. Kulübün üst düzeyde temsil edilmesi çok önemli çünkü Darüşşafaka’nın ismini duyuracak en iyi yol bu. İnşallah final oynarız, şampiyonluk yaşarız ki o zaman çok daha iyi bir noktaya gelir.

fa/ök/kk Mart 2014