56 ile sınıfdaşız (DŞ 1966 – 74). Hikmet, neşesi, enerjisi, hareketliliği, esprileri, kıvraklığı ve hızı ile hem arkadaşlığında hem sporda hemen fark edilirdi. Kısa mesafe yarışlarında onu geçmekte çok zorlanır, nefesini hep ensemde hissederdim. Hız ve kıvraklığı futbolda da baskette de fark yaratırdı. Hem hızlı hem de güçlü olunca durdurulması zor bir forvet çıkıyordu ortaya. Abartma olacak  peki, ama benzeteyim; Messi gibi onu yere yıkmak pek kolay değildi !… Portreni yapalım dediğimde “bana gelene kadar…” tarzında cümleler kurmaya başladıysa da ikna ettim. Çünkü burası bir Darüşşafaka forumu, “elit” sporcu-yönetici sayfası değil; Daçkalıların, Daçka sporuna emeği geçenlerin, bir aile içindeki insanların tanıtıldığı bir alan. Zaten bir spor takımı, çalıştırıcı-yönetici-sporcu-seyirci (ve artık sponsor) birliği olmadan hayatta kalabilir mi? Bunların hepsi bir bütün ve hepsinin yaratılan güzelliklerde payı var. 56’nın bu notları yazmasının bir hoşluğu da diğer portrelerde olduğu gibi değişik bir pencereden olaylara, tarihe bakma fırsatı yakalamamız. Sekiz yıl birlikte okuduğumuz halde ben bir çok yeni bilgi edindim, eminim siz de keyifle okuyacaksınız.

 

(Başlıktaki resim: Beşiktaş’la basket maçımız tv’den seyredildikten sonra kutlama, 2005. Horsham, West Sussex, U.K.)

PTT’li aile

1955, İstanbul doğumluyum.  Üç kardeşin en büyüğü benim; bir erkek bir de kız kardeşim var. Babam, Galatasaray Postanesi’nde telgraf operatörü, annem ise Sirkeci Büyük Postane’de telefon operatörüymüş. İkisi de PTT’ci, yani benim yolum Darüşşafaka ile daha doğmadan kesişmiş bile.

Cevri Kalfa İlkokulu

Anne tarafımın 1939’da Bandırma’dan gelip yerleştiği ve 1973’e kadar yaşadığımız Sultanahmet’te doğup büyüdüm. İlkokulu meşhur Lale Pastanesi’nin iki-üç bina yukarısında bulunan Cevri Kalfa İlkokulu’nda bitirdim.  Çalışkan bir öğrenci sayılırdım, öğretmenlerimden hep  takdir  duyardım. Bunda herhalde anne ve babamın lise mezunu olmalarının ve çalışmak zorunda kaldıkları için üniversiteye gidememelerinden dolayı  benim üzerimde tatlı-sert bir okul-eğitim baskısı  kurmalarının bir katkısı vardır. Özellikle annem derslerimle çok ilgilenirdi.

Darüşşafaka sınavı

Beşinci sınıfa geçtiğimiz sene, daha öğretim yılının başlarında, hayattaysa Allah sağlık ve uzun ömür versin – vefat ettiyse nurlar içinde yatsın, çok hanımefendi bir zat olan öğretmenim Naciye İkizoğlu hanım benimle birlikte iki-üç arkadaşıma daha okul harici ekstra ders vereceğini bildirdi velilerimize ve sene sonunda Devlet Parasız Yatılı İmtihanları ile Darüşşafaka’nın imtihanlarına sokacağını söyledi.  Darüşşafaka ismini bu şekilde öğrenmiş oldum. Ama, imtihanlara girecek olmak, evden uzak yatılı okuyacak olmak bende müsbet-menfi hiçbir  heyecan yaratmamıştı.

1309
Gülümsemek yakışır

Aziz Nesin benzeri

Sene sonu geldi, imtihan tarihleri açıklandı ve ben her iki imtihana da girdim. Ancak, okulda çok başarılı olmama rağmen imtihanların sonuçları hiç de parlak değildi. Devlet Parasiz Yatılı’da ismim bile geçmiyor, Darüşşafaka imtihanında ise analı-babalı kontenjanından yedeklerin sonlarındayım. Hiç ümitli değil yani. Neyse, listeler asıldıktan sonra ümitsiz bir şekilde her gün postacının yolunu gözlüyoruz ama günler geçiyordu. Artık herhalde ses çıkmaz diye düşündüğümüz bir günde, mahalle karakolundan bir bekçi geldi ve ertesi sabah saat 09.00’da evraklarımla birlikte Darüşşafaka’da olmam gerektiği bildirdi. Bildirdi ama bende hiç ümit yok. Ertesi sabah gittik.  Üç kişi çağırmışlar. İkimiz oradayız, üçüncü arkadaş Ankara’dan gelecekmiş.  Bu arada benim ve diğer arkadaşın sağlık kontrolu yapıldı. Ve maalesef diğer arkadaş geçemedi. Onu eve geri gönderdiler. Hem çocuk hem annesi hıçkırıklar içinde çıktılar yeşil kapıdan. Bana bekle dediler, bekliyoruz.  Öğlen oldu, yemek vakti geldi ama hiçbir hareket yok. Sadece uzaktan anlayabildiğim kadarıyla iki idareci bir konu üzerinde konuşuyorlar ama bir anlaşma sağlanamıyor. Sonradan öğreniyoruz ki; idarecilerden biri, “Eh artık saat öğlen 13.00 oldu, Ankaralı gelmeyecek herhalde, bu çocuğu bekletmeyelim daha fazla,”  diyormuş. Diğeri de “Ya Ankaralının otobüsü geç kaldıysa, arıza yaptıysa niye çocuk hakkını kaybetsin,”  diye direniyormuş. Bir süre daha bekledik, gelen olmayınca beni listeye dahil ettiler.  Biraz  Aziz Nesin ağabeyin hikayesini andırır benim Darüşşafaka’ya giriş hikayem de. Ankaralı arkadaş daha sonra geldi mi, yoksa hiç gelemedi mi bilmiyorum. Ama bugün bile zaman zaman acaba o çocuğun hakkını yedim mi diye düşünürüm.

2206
Yeni beyzbol şapkam by Cavcav. Haziran 2012.

Prescold buzdolabı krizi

Giriş maceram bununla bitmiyor ama.  Listeye yazıldık da, bir de mali kontrol var ya. Daha onun için eve gelecekler. Ha bugün, ha yarın gelirler diye bekleşiyoruz, derken bir sabah evin önünde bir Anadol pikap durdu  ve şoför inip babamın adını çığırmaya başladı. Babama haber verdim, hemen aşağıya indi. Biz de peşinden. Şoför bir takım kağıtlar çıkardı, babam imzaladı ve geri verdi. Şoför de  “hayırlı olsun abi” deyip pikabın arkasına çıktı ve bağlı olan koca bir kutuyu çözüp ittirerek kasanın kenarına getirdi. Babam, bir başka komşuyla birlikte yüklendiler kutuyu ve yukarı bizim kata çıktık. Babamın yüzünde mutlu bir ifade. Başta annem, hepimiz merak içinde. Tataaa, kutu açıldı ve içinden gıcır gıcır bir Prestcold buzdolabı çıkmaz mi ? Benim haricimde herkes bir sevinç içinde. Benim tepem atmış; “Bu ne baba, bu ne ya?” diye tepinip duruyorum. “Oğlum, buzdolabı aldım eve,” diye babam hala neşe içinde bana açıklama yapıyor ama dinleyen kim.  “Baba, siz nasıl böyle bir şey yaparsınız ya, Darüşşafaka’dan mali kontrole gelecekler ve eve girer girmez, baş köşede gıcır gıcır bir buzdolabı görecekler. Katiyen almazlar beni, zengin bunlar derler ve katiyen almazlar. Bu dolap hemen teyzemlerin eve gidecek ve kontrolden sonra geri gelecek,”  diye bas bas bağırıyorum ama dinleyen yok. Sonunda, babamın da keyfi kaçtı ve  “eee, çok uzattın” deyip kıçıma bir şaplak ile sokağa gönderdi beni. Dolap evden gitmedi. Ben de kimseyle konuşmuyorum ve surat yapıyorum sürekli.

PTT dayanışması mı?

Neyse, 1-2 gün sonra, tombalacık – sevimli bir amca geldi mali kontrole. Girdi, oturdu. Annem de ona kahve yaptı. Rutin sorularını soruyor. Babama ne iş yaparsın dedi. Babam, Galatasaray Postanesi’nde telgrafçıyım deyince Darüşşafaka falan unutuldu, tombalak amca ile babam arasında PTT muhabbeti başladı. Meğerse, tombalak amca da PTT emeklisiymiş. Muhabbet falan derken, evraklar yazıldı-çizildi ve bize “olmuştur bu iş” sinyali verildi. O günkü çocuk aklımla, buzdolabını çok mu büyütmüştüm gözümde yoksa yedeklerin bile en sonlarındayken yüzüme gülen şansımı risk etmek mi çok korkutmuştu beni bilmiyorum.   PTT’ci kontrolör, PTT’cinin oğluna kıyak yaptı mı, yapmadı mı bilmiyorum ama zannetmiyorum. Zaten listenin sonuna gelmişler, benden başka alabilecekleri kimse kalmamış, esas onlar beni kaçırma riskini göze alamadılar diyorum (!).  Daha sonra babam anlatmıştı; zaten buzdolabının da büyütülecek bir tarafı yokmuş.  Profilo, bu buzdolaplarını üretmeye başlıyor ve satış stratejileri geliştiriyorlar; devlet kurumları ile anlaşmalar yapılmış ve personele taksitli satış imkanı sunulmuş. Kurum da kefil olmuş, ödeme  aksarsa maaştan kesip Profilo’ya ödenecek, mesele bundan ibaretmiş. Lafın kısası, Darüşşafaka’ya girişim bayağı maceralı oldu, tıpkı çıkışım gibi.

’56’

Okula alışma konusunda herhangi bir zorluk çektiğimi hatırlamıyorum. Hatta, aynı sınıfta iki Hikmet olduğumuzdan, ayırt edebilmek için arkadaşların beni  56 diye çağırmalarıyla, o sıralar yine sadece numarasıyla bilinen  44 Mehmet Bürkev’e rakip olmam herhalde popülaritemi arttırmıştı ki, her sınıftan ağabeylerle çok samimi dostluklarım olmuş, çok yardım ve destek görmüştüm.

Sivri dillisin

Hazırlık sınıfları biraz zor geçmişti; İngilizce’yi sular-seller gibi konuşmuyorduysam da notlarım geçer seviyedeydi. Ancak, bir keresinde çok ölümcül  bir hata yapmış ve Gönül Soysallıoğlu hocamı çok kızdırmıştım. O da bana, daha ders yılının başında  (Ekim ayı falan) benim ikmale kalacağımı ima etmişti. O kadar ciddi olabileceğini hiç düşünmemiştim. O sene de bıraktı, daha sonra geldiği iki senede de bıraktı. Onun dışında  ikmale kalmadım hiç. Orta II’de Ticaret diye çok palavra bir ders vardı, onu saymazsak, 5’ten şaşma – 6’yı aşma tipi bir öğrenci sayılırdım ama bazı dersleri  çok sevdiğimden olsa gerek çok yüksek notlarım da vardı. En çok Semiha Karacabey hocamın serzenişini severdim; “çok sivri dillisin çook, ama çok da güzel yazıyorsun kompozisyonları” derdi ve hep yüksek not verirdi. Yani derslerden yana çok sorunum olmadı Darüşşafaka’da.  Geriye ne kalıyor; hayatı gönlünce yaşamak. Okulun spor imkanları her halükarda bizim mahalle arası imkanlarımızdan çok fazlaydı. Onun için spora yönelmek neredeyse tek  yoldu. Üstelik bazı kulüp ve eğitsel kol faaliyetleri bazı hocaların tekelindeyken. Hazırlık sınıflarındayken daha çok liseli ağabeylerin maçlarını izlemekle yetiniyorduk. Ancak Orta kısma geçince, açık basket sahasında veya merdivenler arasında oynama şansı olmaya başlardı. Çok küçüklüğümden beri futbol oynardım. Tabii bu Darüşşafaka’da da neredeyse ilk günden itibaren devam etti.  Lise takımında sol açık oynadım. Recep Altay’la çok güzel ve heyecanlı okul maçları oynamışızdır. Canımızı zor kurtardığımız Ferit İnal Lisesi maçını hala anlatır, güleriz.

Çeşitli spor denemeleri

Orta okul yıllarında eskrim denedim, sonra sıkıldım. Masa Tenisi denedim, benden çok daha iyiler vardı, haddimi bilip çekildim. Ama masa tenisini hep sevdim ve daha sonra şirket turnuvalarında falan oynadım ara sıra.

DS-1972-Futbol-TakimiSporda önceliğim futbol olmasına rağmen, liseli ağabeylerin basketbol maçları zamanla daha fazla ilgimi çekmeye başlamıştı. Onları seyreder sonra da gider sınıftaki çöp kutusunu kitaplığın üzerine koyar, eski çoraplardan yaptığımız toplarla çöp kutusuna basket atardık. Orta II’deyken biraz biraz basketbol oynamaya başlamıştım ve bayağı zevk alıyordum.  O sene, yaz tatilinde Eczacıbaşı Kulübü basketbol yaz okulu açtı. Babamın bütün itirazlarına karşın, kaçak olarak bu okula gitmeye başladım. Benden bir sınıf büyük Fatih Gelincik de geliyordu. Temel eğitimin sonunda 200 kişi başladığımız okul 25-30 kişiye düşecekti. Fatih de ben de elemeleri geçip bu 25-30 kişi arasına kalmıştık ama okul açıldığında maalesef okula dönmek zorundaydık ve herhangi bir izin de söz konusu değildi. Devam edemediğimiz bu gruptan 3-4 arkadaş daha sonra TBL’deki takımlarda oynadılar.

 

Paralel yapılanma !

O zamanlar Darüşşafaka Cemiyeti’nin garip bir tutumu vardı. Talebelerle mezunları bir araya getirmemeye gayret ederlerdi. Bizler talebeyken ne Darüşşafaka Kulübü ile ilişki kurabilir, ne gidip maçları seyredebilir, ne de başka bir kulüpte spor yapabilirdik. Tabii, bir çoğumuz disipline verileceğimizi – ceza alacağımızı bile bile bu yasakları delmiştik; Darüşşafaka Basketbol o zaman İstanbul Amatör Küme’de oynuyor. Maçlar Pazar günü öğleden sonraysa bir sonraki hafta sonu cezaya kaldık demekti. Akşam etüdüne geç kalmışsın, Basket maçı da o gün öğleden sonra. Sorgu-suale gerek yok, nerede olduğun belli değil mi? Otomatikman cezalısın.   Bu yasaklar, beraberinde paralel oluşumları da getiriyordu.  Mesela, İzcilik Hayrettin Cete’nin tekelindeydi. O kimi isterse onlar izcilik yapabilirdi. Ama dışarıda bir Darüşşafaka İzci Derneği vardı mesela. Okulda izcilik yapamayıp içinde kalanlar, Cağaloğlu’ndaki bu izcilik kulübüne devam ederdik. Başımızda, mezun ağabeylerimiz vardı. Cengiz Kızıltan, İrfan Yükler, Necip Özden Uz, Yavuz Öder, hatırlayabildiklerim.

Kadırgaspor

Yine bizler henüz lisedeyken bir gün bizim Kadırgalı Turgay (Taşdemir), Kadırga Spor Kulübü’nün basketbol takımı için oyuncu aradığını haber verdi. Toplandık gittik; 1970 mezunlarından rahmetli İzzet Durukan, Hasan Semerci ve Selim Akın, bizim dönemden ben, Fikret Eyüpoğlu, Serdar Saatçioğlu falan. İki sezon Kadırga’da oynadık, takımı dördüncü kümeden ikinci kümeye çıkarmıştık ama sonra kulüp basketboldan çekildi.

Okul-MaclariGizli gece seansları

Basketbol’da en zevkli  günlerim lise yıllarında oldu. Kızların binası yeni yapılmıştı. Yemekhanenin önünde de bir normal basket sahası bir de mini basket sahası vardı. Ben, Fikret Eyüpoğlu, Serdar Saatcioğlu istisnasız her teneffüs (10 dakikalık kısa teneffüsler dahil) bu mini basket sahasına iner Harlemvari basket oynardık/taklit ederdik. Tabii karşımızda da küçüklerden kurulu, güya müdafaa yapan bir de figüran takım olurdu. Bıkmadan usanmadan aylarca oynadık.  Bunun üstüne ben başka bir şey daha yaptım; o sene (Çarşamba’daki yerleşkede) yeni spor salonumuz da açılmıştı. Konferans salonunun altında, yerin 2 kat dibinde. Kapıyı kapatınca ne ses duyuluyor ne ışık görünüyor. Salon sorumlusu İhsan ağabeyin anahtarlarını kopyalattım. Yine aynı ekip; ben, Fikret Eyüpoğlu, Serdar Saatcioğlu ve Orta III ve üstü sınıflardan gelmek isteyenler. Akşam yatakhanede el-ayak çekildikten, nöbetçi öğretmen/belletmen odalarına gittikten sonra on kişi hayalet gibi yatakhanenin arka kapısından süzülür, spor salonuna iner, saat 23.30 – 24.00’e kadar oynar, duşumuzu alır gelip yatar, sonra sabah 05.30’da bir maç daha, yine duşumuzu alır, çakı gibi kahvaltıya giderdik. Bu, haftada  2 – 3 gece olurdu.

İhsan abi kovaladı

Ben, sürekli salonda olduğum için, salon sorumlusu  İhsan ağabey ile çok konuşur, muhabbet ederdik. İhsan ağabey ara sıra, “yaw  56, akşamları bu salonu silip süpürüp paspaslayıp çıkıyorum, sabah geliyorum her yeri ıslak buluyorum, bir türlü çözemedim şu işi,” diye dert yanardı. Tabii yerlerin neden ıslak olduğu belli de, gel sen onu İhsan ağabeye anlat.  “Allah allah, acaba öyle mi olmuştur, yoksa böyle mi olmuştur,” gibi sözlerle oyalar kaçardım yanından.  Seneler sonra bir  Pilav Gününde gerçekleri söylediğimde, İhsan ağabey futbol sahasında kovalamıştı beni.

73-DS-Okul-Basket-Takimi
1973 Lise Basketbol Takımı. Soldan üst sıra : Seyfettin Öngider, Nurettin Elhüseyni, Ahmet Kavas, Serdar Saatçioğlu. Orta sıra : İbrahim Altınsay, Öktem Kalaycıoğlu, Fikret Eyüpoğlu, Kemal Engin. Alt sıra : Fatih Gelincik, Selahattin Kayalar , Ruhi Şen, 56

Bir de unutamadığım, kız öğrencilerin ilk basketbol turnuvası  72-73 ders yılında yapılmıştı. Benim çalıştırdığım   Hz.II-B sınıfı şampiyon olmuştu.

Lise 3’de okulu terk

70’li yıllar Türkiye’nin siyasi olarak hareketli yıllarıydı. Darüşşafaka da hiçbir zaman bunun dışında kalmadı. Biz son sınıftayken, ciddi bir baskı altındaydık ve aleni bir  idare+öğretmenler  vs  Lise III’ler çatışması söz konusuydu. Yaşanan olaylar nedeniyle, ilk sömestrin sonuna doğru neredeyse tüm Lise III olarak tasdiknamelerimizi alıp, liseyi başka başka okullarda bitirdik.

Baskette tekvando !

Lise’den sonra  İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi’nde okudum. Nedenini tam hatırlamıyorum ama fakülte  takımıyla sadece bir maç oynadım. Aksilik bu ya; o tek maçta da karşımızda Hukuk Fakültesi ve orada da o sıralarda ortalığı kasıp kavuran Kadıköyspor’un  guard’ı Ahmet Kurt var.  Ne de olsa Ahmet profesyonel oyuncu. Her hücumda bana çok ustaca bir dirsek atıp rahatlıkla geçiyor. Ne hakemler görüyor veya düdük çalıyor, ne de tüm ikazlarıma rağmen Ahmet’te bir geri adım söz konusu. Yine bir hücumda baktım Ahmet  benim üzerimden potaya gidecek,  direkt olarak bir tekvando hareketi uyguladım kendisine ve haliyle oyundan atıldım. Ama Ahmet de hiç tepki göstermemişti, kabahatini biliyordu.

Minik Önder gazabı

Daha önce de yazıldı, Darüşşafaka Kulübü Basketbol takımı gönüllü idareciler, bedava oyuncularla  İstanbul  Birinci Amatör Kümede oynuyor. Ben de katıldım takıma. Minik Önder ağabey çalıştırıyor. Çok sert, çok katı bir hocaydı. O yaşında hepimize taş çıkartırdı. Ben o sıralarda zatürre hastalığı geçirmiştim ve sağ akciğerimin kapasitesi  yüzde 60 oranında düşmüştü. Haliyle, çok çabuk oyundan düşüyordum. Antrenman yaptıkça açılacağımı düşündüğüm için Önder ağabeye de hastalıktan söz etmemiştim. Bir gün Spor ve Sergi Sarayı’nda, yanılmıyorsam Beyoğluspor maçıydı, çıktık ve ben çok çok kötüydüm. Zaten o zaman için bize dev bir arena gibi görünen Spor ve Sergi’ye ilk defa çıktığımdan, heyecandan dizlerim titriyordu. Bir de üstüne kötü oynayınca  Önder ağabey kovdu beni takımdan. Ben de bir daha kulüp seviyesinde basketbol oynamadım. Ama her zaman iyi bir seyirci olduğumu düşünüyorum.

Şifre: cim bom bom!

Tabii artık basketbol  içimize işlemişti. Kulüp seviyesinde olmasa bile şirketlerarası  maçlar/ turnuvalarda boy gösteriyorduk (boyum da 171 cm’dir, görünüyor muydu bilmiyorum! :).

Üniversitenin ilk yılından itibaren yarım gün çalışmaya da başlamıştım. Muhasebe asistanlığı yapıyordum. Bir gün arkadaşlar aradı. Koç Grubu’nun RAM Dış Ticaret Şirketi eleman arıyormuş ve arkadaşlar ilgili Genel Müdür Yardımcısına beni tavsiye etmişler. Hem çok iyi futbolcu, hem de çok iyi basketbolcu diye. Görüşmeye gittim. Benimle asıl görüşmeyi çalışacağım bölüm müdürü yapacak ve olur derse o zaman GMY ayrıca benimle görüşüp karar verecek. İlk görüşme olumlu geçti. Onun üzerine ikinci görüşmeyi yapacağız. O sırada şirkette bir kaç yıldır çalışan Darüşşafaka’dan sınıf arkadaşım ve bir kaç kişi daha (ki, o bir kaç kişinin şirket futbol takımı oyuncusu olduğunu sonradan öğrendim) bana görüşme taktikleri vermeye başladılar. Şuna dikkat et – şunu sorarsa şöyle cevap ver vs vs… Ve en son olarak, sana hangi takımı tutuyorsun diye soracaktır, güzel bir  ‘Cim Bom Bom’  çekersen işe alınırsın dediler. Ben önce dalga geçiyorlar zannettim ama doğruymuş. Girdim, mülakatı tamamladık ve beklenen soru geldi. “Hangi takımı tutuyorsun ?”  Bir an tereddüt ettim, sonra  cesaretimi topladım ama ürkek  bir  Cim Bom Bom çıktı ağzımdan. Her şey saliseler içinde oluyor, bakıyorum Sami Bey’de hafif bir gülümseme var ama öylece beni süzüyor. 2-3 saniye baktı ve telefonu kaldırdı, öbür uçtaki kişiye,  “Üstün Bey, sana bir delikanlı gönderiyorum. Necdet’in maaşıyla girişini yap,” dedi. Ne yapacağımı şaşırdım.  Cim Bom Bom olayı tutmuştu, üstüne bir de hiç bilmediğim bir işe,  üç senedir orada çalışmakta olan arkadaşımın maaş seviyesiyle alınmıştım. Necdet’in ne kadar bozulduğunu tahmin etmek zor değil herhalde.

BJK’liler cim bom çekerek…

Bir basketbol sevdalısı ile : Mithat Yazgıç abi
Bir basketbol sevdalısı, Mithat Yazgıç abi ile

İşe başladık, 3-5 ısınmadan sonra Sami Bey beni çağırdı, (bu arada Darüşşafaka lakabım  ‘56’ da hemen devreye girmişti. Ram’da da herkes beni  56 diye çağırmaya başlamıştı) ve  “Hadi bakalım 56, bir basket takımı kur, Koç Grubu’nda bir turnuva düzenleyeceğiz,” dedi.  Baktım şirkette kimler basketbol oynayabilir diye. Denizcilik Bölümü’nde  45 yaşlarında falan bir ağabey var. Biraz oynamış, boyu fena değil ama sigaradan yürümeye hali yok. “Sami bey, bu şirketten takım çıkmaz,” dedim.     “Ne yani, yeni eleman mı alacağız gene ?” dedi. Boynumu kırdım, sen bilirsin manasında. Sami bey, araştırmasını yapmış, bir kaç gün sonra beni çağırdı.  “Tamam” dedi,  “üç kişi bulalım ama hem futbol hem de basketbol oynayan olsun.”  Hemen araştırmamızı yaptık ve İstanbul Erkek Lisesi’nden bir arkadaşım vardı, onu çağırdık.  Darüşşafaka’dan sınıf arkadaşlarımız Özant ve Hasan Figen’i çağırdık. Bir de o arada ODTÜ mezunu bir ağabey başlamıştı şirkette, boylu-poslu ve basketçi Sezer  Seçkin (Sezer ağabey sonra Darüşşafaka Kulübü Basketbol’da da bir kaç sene oynadı ve çok ciddi fahri Darüşşafaka’lı oldu).  Takım kurulmuştu. Bu arada, Özant ve Hasan spor yapmak için RAM gibi bir şirkette iş bulabileceklerine inanmamışlar, hele de Sami Bey’le mülakat sonunda  Cim Bom Bom çekilmesi gerektiğine hiç inanmamışlardı. Ama, çektiler.  İşin kötü tarafı, hepimiz de BJK’liydik.

Faulleri kaçırmam

Neyse, takım hazırdı ve turnuva başlayabilirdi. Sultanahmet’teki  Yücel Dershanesi’nin salonu (Amerikan Dershanesi de denirdi) tutuldu. Maçlar başladı. Biz önümüze geleni deviriyoruz ama, bir de  İstanbul Oto A.Ş. var. Onlar da kazanıyorlar. Neticede finali  RAM ve İstanbul Oto oynamaya hak kazandı. Final maçına çıktık ki ne görelim. Karşımızda Erdoğan Karabelen ağabeyimiz ve zamanın basketbol hakemlerinden Arap Oktay’ın da olduğu fırtına gibi bir takım var. Oktay ağabeyin biraz yaşı var ama topu kaldırdığı anda sahanın neresinden olursa atıyor. Önce korktuk. Tabii, korkunca onlar fark yapmaya başladılar. Sami Bey duruma müdahale etmek zorunda kaldı. Mola aldı ve bize dedi ki; “bu kupa şirkete gelmezse, bu ay maaş alamazsınız.”  Herhalde doğru müdahaleydi. Biz birden açıldık ve oynamaya başladık. Maç başa baş gidiyor, bir onlar – bir biz atıyorduk.  O zamanlar sahada saat falan yok. Hakem masasında bir kronometre var, sorunca söylüyorlar. Maçın bitimine ne kadar var ancak öyle öğrenebiliyoruz. Bir de son  3  dakika olunca, hatırlatırlardı.  Son  3  dakika hatırlatması yapıldı ve yine karşılıklı atıyoruz derken biz bir hücum kaçırdık, döndük. İstanbul Oto 1 sayı önde ve hücumda. Salondaki  15-20 İstanbul Oto seyircisi hakemlerin arkasına geçmiş yüksek sesle kronometreyi okuyorlar,   14… 13… 12… İstanbul  Oto şut kullandı ama boşa. Ribaunt bizde. Ben hemen fast-break’e fırladım. Topu da bana çıkardılar, tam turnikeye çıkarken faulle durduruldum. Son 3 saniye.  İki atış kullanacağım ama elim-ayağım titriyor. İkisini de atmam lazım. Attım. Maçı ve kupayı bir sayıyla biz aldık.  İstanbul Oto’cular çok bozuldu ve bir sürü itiraz falan ama hakemler neticeyi lehimize tescil ettiler. Bunun gibi bir sürü şirket maç ve turnuvaları oynadık.

Mevzuatın yararı

RAM Dış Ticaret’te çalışırken tüm ithalat/ihracat mevzuatını öğrenmiştim.  O tarihlerde bu mevzuatı bilmek ve uygulamasında tecrübe sahibi olmak iş yaşamında büyük avantajdı. İlk başlarda ithalat/ihracat işlerinde sadece RAM ve ENKA varken, verilen teşviklerle bir sürü yeni ithalat/ihracat şirketleri kurulmuştu ama ortada bu konuda tecrübeli eleman yoktu. Onun için ben bir ekip içinde hep başka şirketlere transfer yaptım. Onun için hayatımda hiç iş müracaatı doldurup, RAM’a girişteki mülakat haricinde iş mülakatına girmek zorunda kalmadım. RAM’dan sonra Çukurova Holding, Ece İnşaat Grubu, Çebitas Grubu’nda çalıştım. Ondan sonra, keten kumaş ihracatı yapan bir Sloven/İsviçre firmasının Türkiye mümessilliğini aldım ve üç yıl önce iş bırakana kadar mümessillik yaptım. Bu arada, 1991 senesinde İngiltere’ye yerleştim ve işimi oradan sürdürdüm.

Veteranizm vs boyun ağrısı

39 yaşında, İngiltere, Sussex Bölgesel takımlarından Horsham Basketball’la antrenmanlara başladım. Civardaki şirketlerden birinde çalışan, benim yaşlarımda, beyaz Amerikalı bir guard da katılmaya başladı antrenmanlara. Takım kadrosu  18-25 yaş aralığında olduğu için, önceleri bizi pek ciddiye almadılar ama 2-3 antrenman sonra biz de ilk 10 arasına girdik. Şanssızlık bu ki, maçların başlayacağı hafta, eski bir kazadan hatıra kalan boyun ağrılarım başladı. Doktor 2-3 ay spor yapmamamı söyledi. Bu da benim aktif sporculuk hayatımın sonu oldu.


Leven Tumlu aklıma girdi

Türkiye’den ayrılmak her ne kadar bazı şeylerden uzaklaşmama neden olduysa da Darüşşafaka basketbol maçlarını TV’den, Internet’ten vs takipte pek aksaklık olmadı desem yeridir.  Neredeyse her hafta sonu ailecek TV’nin karşısına dizilir Darüşşafaka maçlarını izlerdik. Hele, 2001-2002 Türkiye Kupası yarı-final ve final maçları unutulmayacak anılarım arasındadır. Bir Cumartesi günüydü, işim dolayısıyla başka bir şehirdeydim. Öğleden sonra dönüş yolunda telefonum çaldı. Açtım, karşımda  79’lu Levent Tumlu kardeşim, geri planda felaket bir gürültü-uğultu. Belli ki maçtalar.  Yarı finalde  Ülkerspor ile oynuyoruz. Maçın iyi gittiği Levent’in keyfinden belliydi zaten. Ve Levent öyle bir kaptırmıştı ki neredeyse ikinci yarının tamamını bana telefonla naklen yayın yaptı ve maçı alıp ertesi gün Efes ile final oynamaya hak kazandık.  Esas heyecan bundan sonra başladı. Eve geldim, pür neşe. Eşime anlatıyorum her şeyi ve ne kadar İstanbul’da olmayı ve finali izlemeyi istediğimi falan söylüyorum.  O da “gitsene o zaman, ne duruyorsun” demez mi !

Uçuş arayışı

Haydaa, bu sefer başladım bilet aramaya. O saatten sonra Londra’dan direkt uçuş yok. Ertesi sabah erken uçuş var ama dolu görünüyor. Bu sefer Almanya üzerinden nasıl giderimi araştırmaya başladım. 76’lı Ali Işık’ı aradım, durumu anlattım. Ben İngiltere – Almanya ayağını araştırıyorum, Ali Işık ise Almanya – Türkiye ayağını araştırıyor. Gece saat  22.00’yi geçti, netice yok. Artık ümitler tükenmişti ki, eski bir havayolu çalışanı olan eşim, “sen sabah erkenden havaalanına git. Acil durumlar için her uçakta 1-2 boş yer mutlaka olur, şansını denemiş olursun,” demez mi. Ondan sonra uyumadım. Sabah  06.30’daki  uçuş için saat 04.00’de alandaydım. Türk yetkili gelir gelmez hemen hamle yaptım;

  • Bakın, benim mutlaka İstanbul’a uçmam lazım.
  • Uçak dolu, beyefendi.
  • Tahmin ediyorum ama dün akşam belli oldu. İnternetten de alamadım vs vs.
  • Yapabileceğim bir şey yok, beyefendi. Uçak dolu.

“Tamam” dedim, “üstüne gidip çok fazla antipatik olma. Bırak adam öncelikli işlerini yapsın, eli hafifleyince tekrar denersin.”  Ama bir yandan da ortalığı kesiyorum, benim gibi başkaları da var mı diye. Allah kahretsin, var !..  İki kişi geldi, bilmem kim beyi sordu, ondan sonra da bilet ofisine gidip bilet aldılar.  Sakin kalıp biraz daha bekledim. Benim elemanın eli rahatlayınca tekrar hamle;

  • Bakın, ben Darüşşafaka’lıyım. Takım bugün Efes ile final oynuyor. Ben eski oyuncusuyum. Gurbette neler hissedildiğini siz de benim kadar biliyorsunuzdur vs vs., yazmaya başladım.

Adam bir kaç saniye yüzüme baktı, ya sabah sabah bir deliyle uğraşamayacağına karar verdi ya da Darüşşafaka’yı duyunca kalbi yumuşadı, bilemem.

  • Tamam beyefendi, biraz bekleyin şu yolcuları halledelim. Uçuracağım sizi.

“Uçuracağım sizi” bir taahhüt. Önce inanamadım. Hala içimden bir aksilik çıkmaz inşallah deyip duruyorum. Neyse, bir süre sonra görevli beni çağırdı ve en uygun şekilde biletimi kesti. Hemen İstanbul’a teyitler geçildi. Mustafa Uğur Demirci ağabeyim beni alandan aldı. Önce Çınar Otel’de kahvaltı falan yaptık, oradan da Abdi İpekçi salonuna yollandık.  Çok çekişmeli bir maçtı ve kafa kafaya gidiyordu. Maalesef, erken faul problemlerine giren oyuncularımız oldu, dış şutlarda isabet yüzdesi düşük kaldı. Buna rağmen, maçı az bir farkla  78-74 kaybedip kupa ikincisi olmuştuk.

DSK’da görev

Trabzon maçı öncesi

 

Basketbolla bu kadar haşır-neşir olunca kulüpte görev yapmamak da mümkün değil. 2006-2009 arası, işim dolayısıyla tekrar  İstanbul’da yaşadığım dönemde Saffet Karpat kardeşim/arkadaşımın davetiyle Darüşşafaka Spor Kulübü Yönetim Kurulu’nda görev aldım. Gerek Saffet Karpat, gerekse Ahmet Dinçel o dönemleri anlattıkları için ben detaya girmeyeceğim. Kabaca, sportif olarak başarısız ama kulüp içi düzen sağlamak adına başarılı olunan bir dönemdi diyebilirim. Kulübün maddi sorunları her zaman vardı, o dönem de vardı. Efes Pilsen ile yapılan işbirliği maalesef başarılı olamadı. Bu işbirliğini eleştirenler hep şu özdeyişi söylediler:  “Parayı veren düdüğü çalar.” Ama olayın bizde tezahürü biraz farklıydı bence. Parayı veren düdüğü elinde tuttu ama çalamadı. Düdüğü çalmak da ayrı bir beceri.  Kulüp içi denetim açısından bakınca başarılıydı diyebiliyorum çünkü yönetime geldiğimizde kaydı-kuydu olmayan hesaplar, bir sürü eski oyuncu ile davalar, halı altına süpürülmüş bir sürü problemle karşılaştık ve bunlar bir düzene konup hal yoluna gidildi. Eski borçlardan kurtulmanın yolları arandı ve bazı çözümler üretildi. Bizden sonraki YK da maliyeci ağırlıklı olduğu için belli bir düzenin hala devam etmekte olduğuna inanıyorum.

Liglerin durumu

Darüşşafaka’nın Doğuş Grubu ile yapmış olduğu yeni işbirliği ile ilgili henüz bir şey söylemek için erken sayılır. Evet, düdük yine başkasının elinde. Şu ana kadar üfledikleri melodi sportif açıdan kulağa hoş geliyor ama repertuar ne kadar geniş zaman içinde göreceğiz.

2014---Hacettepe-Maci'nda
Hacettepe maçında Zübeyde Bulgu ve eşiyle. 2014.

 

TBL son bir kaç yıl içinde Avrupa’nın önemli liglerinden biri haline geldi. Özellikle bu sene, yabancı oyuncu sayısının artması ile başka bir kimliğe büründü. Sanki, orta/iyi düzey yabancı oyunculara ev sahipliği yapan bir Birinci Lig ile yerli oyuncuların oynadığı paralel bir İkinci Lig, ki neredeyse 2-3 yıl öncesinin Birinci Ligi kalitesinde.  Üçüncü Lig’e baktığınızda ise en az 20 kadar, geçen senenin Birinci Lig yerli oyuncusunu görüyorsunuz. Kendine yer bulamayan Birinci Lig oyuncusu gidip Üçüncü Lig’de oynuyor. Bu İkinci ve Üçüncü Liglerin kalitesini bir kaç seneliğine yükseltir belki ama altı doldurulmayınca tüm Türk basketbolu yara alır diye düşünüyorum. Bu durumun Türk basketboluna etkileri iyi olmayacaktır. En net durumu herhalde 2-3 sene sonraki milli maçlarda görmeye başlarız.  Umuyorum bu bir deneme yanılma sürecidir ve en kısa zamanda Federasyon daha akılcı bir formül üretir.

Yeni-hobim---Fotograf
Yeni hobim resim çekmek

Keremler ve Vidmar

TBL’den birçok iyi oyuncu geçti. Özellikle yabancılardan çok iyi olanlar da geldi ama maalesef yabancıların o üst düzey kalitelerini TBL’deki oyunlarında pek göremedik. Ya alışma süreleri çok uzun sürdü, ya bir senelik kontratlarla gelip gittiler. Pek bir şey anlayamadık. Son senelerin  en beğendiğim oyuncuları  iki Kerem oldu, Kerem Tunçeri ve Kerem Gönlüm. Süperstar olmasalar bile her zaman çalışkan,  özverili ve faydalı. Yabancılardan ise, uzun süredir Türkiye’de oynayan, yine aynı özellikleri vakfedebileceğim  Vidmar, beğendiğim oyuncular arasında.

Resim çekiyorum

Yaş neredeyse  60 oldu sayılır. Sporla ilişkimiz artık düzenli yürüyüşten öte değil ama devam. Yaklaşık üç senedir tam zamanlı emekli hayatı yaşıyorum, yani kafamda artık çalışma/iş yok. Yine bu süre içinde kendime yeni bir hobi edindim, fotoğraf çekmeyi öğreniyorum. Günlük hayatın içinde insanları yakalamaya çalışıyorum ama bu özellikle İngiltere’de çok zor. Fotoğraf makinesini havada gören yüzünü çeviriyor. İşin bir de hukuki yanları  söz konusu olabiliyor. Türkiye’de biraz daha mümkün sokak fotoğrafçılığı ama terslendiğim zamanlar da olmadı değil (56’nın Assos’tan  üç resim çalışması aşağıda). Diğer zamanlarımda kitap okumayı seviyorum. Tabii ki basketbol maçlarını kaçırmamaya çalışıyorum.

Deniz kıyısı en güzeli

Yurtdışında yaşamak birçoklarımızın hayal ettiği gibi çok matah bir şey değil. Hele hele 40 yaşına gelirken bu maceraya kalkışmak hiç değil. İnsan alıştığı hayat  tarzını özlüyor. Onun için ben Türkiye’de mümkün olduğunca uzun süreler  geçirmeye çalışıyorum. Eşim öğretmen olduğu için özellikle uzun  yaz tatillerinde Türkiye’de oluyoruz. Assos civarı uzun süreler geçirdiğimiz yerler. Hala bir tane ama, İstanbul artık eski İstanbul değil, yoruyor beni. Çok uzun süreli kalmıyorum  İstanbul’da. Tatillerde yeni yerler görüp tanımak güzel ama sakin bir deniz kıyısı için her zaman vakit ayırırım.

ök/fa, ocak 2015

Comments are closed.