Hayrettin Cete Darüşşafaka’nın bir dönemine renk katan eğitim ve yönetim kadrolarından. Bu rengin tonunu seven de sevmeyen de olduğu sır değil. Uyguladığı yaklaşımını neden tercih ettiğini sorduğumuzda verdiği samimi yanıtı aşağıda okuyacaksınız. Kasım 2015’de evlerinde ziyaret ettiğimizde güleryüzlü eşi Nimet Hanımla birlikte yaptığımız uzunca bir sohbetten kesit sunuyoruz. Cete yine okumaya ve yazmaya meraklı. Kafasında yeni kitap projeleri var. Söze, Fatih’teki mahallesini neden sevdiğini anlatarak başlıyor.

Burada attığın her adımda sana selam veren biriyle karşılaşıyorsun, birileriyle konuşuyorsun.

Nimet Hanım belli ki Ataşehir’deki evlerini daha çok seviyor, asansörsüz bu bina yerine orayı tercih etmeleri gerektiğini düşünüyor. Hayrettin Cete ise Fatih’teki ortamı seviyor:  Burada attığın her adımda sana selam veren biriyle karşılaşıyorsun, birileriyle konuşuyorsun. Oysa orası ruhsuz bir yer. Çölü andırıyor. Bir sürü insan yanından geçiyor ama kimse konuşmuyor. Burada merdivenlerden inip çıkmama rağmen her sabah gazete almaya çıkıyorum.

Nimet hanım Adana öğretmen okulu mezunu, ilkokul öğretmenliği yapmış. Daha sonra Çapa’da yüksek öğretmen okulunun edebiyat kısmını bitirmiş. 1967’de evlenmişler. Nimet hanımın babası Mustafa Bedri bey de bir müddet Darüşşafaka’da okumuş. Göz kapaklarından rahatsız olunca okulu bırakmak zorunda kalmış.

cete-17

Nimet hanım devam ediyor : Bizim tanışmamız bir macera. Onun annesiyle benim annem Anadoluhisarı’nda beraber büyümüşler, komşuymuşlar. Biz 1967’de evlendik. Ben hiç lojmanda kalmadım. Hayrettin Bey de sadece nöbetçi olduğu zaman lojmanda kalırdı. Evlendiğimizden beri hep bu evde oturduk… Hayrettin Bey evde hep sakindir. Hatta birisine sert bir şey söylesem yanıma gelip bana kızar.

Sakinlik özelliğini hayat arkadaşından duyunca Daçkalılar arasında çokça konuşulan bir noktayı soruyoruz: Sizin okuldaki davranışlarınız disiplin açısından gerekli miydi ?

Hayrettin Cete biraz utangaç bir havada o günleri gözünde canlandırıyor:  Hem evet hem hayır. Bakış açısına bağlı. Burada sayı çok önemli. Mesela beş çocuk olsa öyle davranmazsın. Veya izcilikte bu yöntemi kullanmazsın. İzciliğin kendine özgü yöntemleri vardır. Fakat iş altı yüz kişinin disiplinine gelince başka çare kalmıyor. Şartlar öyle gerektiriyordu.

Bunun Atatürk’le ilgisi var. Bizim Mısır’a gitmemizin başlıca sebebi O.

Cete, İstanbul’da doğmuş. Peki Mısır’la bağlantınız olduğunu biliyoruz, nedir işin aslı ?

Bazen zor duyulur bir tonda anlatıyor: Bunun Atatürk’le ilgisi var. Bizim Mısır’a gitmemizin başlıca sebebi O. Babam fes imalatçısıydı. Bu iş ona da babasından kalmış. Ben 1926’da, Eminönü civarında doğmuşum. 1928’de Atatürk şapka inkılabını gerçekleştirince bu babamın mesleğinin sonu demekti. Herkes şapka giymeye başladı. Fakat babam şapka imalatı konusunda hiçbir şey bilmiyordu. Fes işini sürdürebileceği tek bir yer vardı: Orta Doğu ülkeleri. Onun üzerine Mısır’a yerleşmeye karar veriyor. Böylece ben iki yaşımdayken bütün aile Mısır’a gidiyor. Bugün olsa mesela Almanya’ya, Avusturya’ya, Kanada’ya gidersin ama 1928’de Beyrut, Mısır, Trablus vardı. Biz de İskenderiye’de yaşadık.

Babamın ailesinin kökleri Cezayir’e dayanıyor. Orada Kostantiniye şehrinde yaşıyorlarmış. Fransız işgalinden sonra İstanbul’a yerleşmişler.

Mısır’da hayatımızı rahat bir şekilde sürdürmeye yetecek kadar kazanıyorduk. Mısır’a gitmeden önce iki kardeştik. Orada bir kız kardeşim daha doğdu. İskenderiye harika ve kozmopolit bir yerdi. Herkes dört dil konuşuyordu. Rum arkadaşlarım, İtalyan ve Alman arkadaşlarım vardı. Çok çeşitli okullar vardı. Schwarz diye bir Avusturya okulu, Zvatarof diye bir Bulgar okulu, bir Lübnanlının okulu vardı mesela. On beş – yirmi milliyete mensup okul bulunuyordu.

Nimet hanım araya giriyor :  Babası önce Arap okuluna vermiş. Bir gün evde bıçağı alıp babasının karşısına geçmiş. ‘Beni kes ama o okula gönderme,’ demiş. Onun üzerine babası onu Fransız okuluna vermiş.

Cete’ye göre bu kadar şiddetle Arap okuluna gitmeye karşı çıkmasının nedeni “Arap okulunda hiç kural, düzen” olmamasıydı.

Bir tercüman olmasına sevindim ama onun söylediklerini bize kim tercüme edecek?

cete-13
Nimet Hanımla Kadıköy evlendirme dairesinde evlendik.1967.

Baba Mısır’da Hayrettin 10 yaşındayken vefat etmiş. Geçim sağlamak için annesinin çalıştığını Nimet Hanım anlatıyor:  Annesi daha İstanbul’dayken çok meşhur bir terziymiş. Babası ölünce ailenin geçimini o sağlamış. Benim gelinliğimi de o dikmişti. Büyük görümcem de İtalyan güzel sanatlar okulundan mezundu. Mısır’da tanınmış bir ressamdı. Orada evlendi. Başlarda modern resim yapıyordu, daha sonra Mevlana’yı çizmeye başladı. Mısır’da vefat etti.

Hayrettin Cete “Mısır yok artık” diyerek söze giriyor : Her yerde yoksulluk var. Mısır’da bazı bölgelerin nasıl yoksul olduğunu görseniz inanamazsınız…

32 yaşındayken Türk konsolosu ya Türkiye’ye gelip askerliğini yaparsın, ya da Türk vatandaşlığından çıkarsın dedi. Böylece 32 yaşında Türkiye’ye geldim. İstanbul’da geldiğimde Menderes’in iktidarda olduğu günlerdi. Geniş caddeler açmak için her yer yıkılmıştı. Eski Türkiye tahrip edilmişti. Askerliğimi tercüman olarak yaptım. Amerikan askeri yardım heyetinin tercümanı oldum. Onlar nereye giderse ben de oraya gidiyordum. Merkezimiz Babaeski’deydi. Bir gün bizim Türk tugayından bir general geldi. Amerikalılara sorular sordu. Sonra yanındaki Türk subaylara dönüp “Bir tercüman olmasına sevindim ama onun söylediklerini bize kim tercüme edecek?” diye konuştu! Türkçem berbattı! (kahkahalar). Nimet Hanım görümcemsinin (HC’nin kız kardeşinin) de uzun zaman boyunca isim takılarını tersine yaptığını hatırlatıyor.
Askerliğim bittikten sonra dönmeye niyetliydim zira İstanbul o haliyle bana bir köy gibi gelmişti. Sonra en azından öğretmenlik yapabilirim diye düşündüm. Milli eğitim bakanlığına başvurdum. “Diplomaların var tamam ama bunlarla öğretmenlik yapamazsın. Öğretmenlik için başka bir diploma alman lazım,” dediler. Eğitim sertifikası deniyordu. Profesör olsan da o sertifika olmadan öğretmenlik yapamıyordun. Çapa Öğretmen Okulunda sertifika için bir imtihan yapılacaktı. Çapa’daki öğretmenlerden biri Nazıma hanımın arkadaşıymış. O tarihte Türkiye’de İngilizce eğitimi çok zayıftı. O hanım bana, “İstanbul’da Darüşşafaka diye tam sana göre bir okul var,” dedi. Ben de “pekala” dedim. Nazıma hanıma benden bahsetmiş, o da benimle görüşmek istemiş. Görüştüğümüz zaman benim okulda öğretmenliğe başlamamın çok iyi olacağını söyledi. Böylece zannediyorum 1960’da göreve başladım.

Darüşşafaka’ya geldiğimde bütün okul, “Adamın eline altın bir fırsat geçtiği halde reddetmiş,” diye bu konuyu konuşuyordu.

Ne tesadüf ki amcam Celalettin de 1930’lu yıllarda Darüşşafaka’dan mezun olmuş. Ben Ankara’da yedek subay okulundayken Kore savaşı bitmiş olmasına rağmen halen oraya subay ve asker gönderiliyordu. Özellikle İngilizce bilenler öncelikli olarak seçiliyordu ve onlara maaş dışında yüksek bir yurtdışı tazminatı ödeniyordu. O yüzden herkes oraya gitmek istiyordu. Ben kendim istemediğim halde ismimi gidecekler listesine yazmışlar. Ben teşekkür edip Kore’ye gitmek istemediğimi belirtmiştim. Okul komutanı sebebini öğrenmek istemiş, benim gitmekten korktuğumu zannetmiş. Ben, “Otuz sene boyunca Türkiye dışında yaşadım, o kadarı yeter,” diye cevap verdim. İşte Darüşşafaka’ya geldiğimde bütün okul, “Adamın eline altın bir fırsat geçtiği halde reddetmiş,” diye bu konuyu konuşuyordu. Türkiye o günlerde birçok şeyden mahrumdu. Oraya gidenler transistorlu radyo gibi bir sürü şeye sahip oluyordu. O yüzden benim gitmeyi reddetmem herkesin dikkatini çekmişti. Günlerce bu konu konuşulmuştu.

cete-07Darüşşafaka’ya geldiğimde sporla ilgim esas olarak yoga yapmak şeklindeydi. Yogayı Mısır’da öğrenmiştim. Bir yoga üstadımız vardı… Artık ne yazık ki bıraktım. Kemik erimesi başladı.

Darüşşafaka’da spora katkım yine yoga çerçevesinde başladı diyebilirim. Orta basketbol takımı İstanbul şampiyonasında iddialıydı. Başlıca rakip Galatasaray Lisesiydi. Yogadaki nefes alma yöntemlerini kullanırsak durdurulması imkansız bir takım olabilirdik. Çamur Bülent takımın antrenörüydü. Benimle konuştu. Oyun tekniği konusunda benim hiç bilgim yoktu. Oyuncuların güçlenmesi konusunda doğru nefes alma teknikleriyle yardım edebilirdim. Doğru nefes almayı bilen pek yoktur, yoga yapanlar hariç. Bu konuda yardım istenince ben de tamam dedim. Böylece orta kısım basket takımını çalıştırmaya başladım. Fakat doğrudan yoga değil basketbolla ilişkili olarak çalıştırdım. Haftada üç gün çalışıyorduk. Sonunda Galatasaray Lisesini yirmi sayı farkla yenerek İstanbul ortaokullar şampiyonu olduk.
Türkiye’ye geldiğimde sadece üniforma izciliği vardı.

Bir ara, daha sonra lise futbol takımını da çalıştırdım. İngilizce kitaplardan taktik araştırıp çalıştırıyordum. Amatör futbolda yapılan bir hata hep hücuma yönelik çalışmalar yapılmasıydı. Top geriye geldiği zaman kimse ne yapacağını bilmiyordu. Profesyonel futbolu seyredersen savunmaya da hücum kadar önem verildiğini görürsün. Bir de o zamanlar okulda bir “Spor Günü” yoktu. Neden yapılmıyor diye merak ettim ve başlattım. Fakat spor günü bütün okul çapında değil izciler tarafından düzenleniyordu. Nisan veya Mayıs aylarında, bir hafta boyunca birçok spor branşında faaliyet yapılıyordu. Ben okuldan ayrıldıktan sonra bu faaliyet de sona erdi. Bugün bile Darüşşafaka’da bir Spor Günü yok.

cete-08
İzci odası

Mısır’dayken izciydim. Türkiye’ye geldiğimde sadece üniforma izciliği vardı. Dünyada başka bir ülkede böyle bir örnek yoktur. Bunun üzerine gerçek izciliği kurmaya karar verdim ve 1960’ların başında öyle başladı. (İzci odasının fotoğrafını gösteriyor) Bu odanın Türkiye’de bir eşi yoktu. O zamana kadar sadece Darüşşafaka’da değil bütün Türkiye’de tören izciliği vardı. Cumhuriyet bayramlarında izciler üniformalarını giyip törene katılırdı. Onu değiştirdik. Her yaz  bir ay boyunca kamp yapardık. Çocuklar yemek yapıyor, kampa su getiriyordu. Üç gün boyunca başlarında öğretmen olmadan arazide kalıp geri geliyordu. Önce Selimpaşa’da, sonra Abant gölünde, daha sonra 80’li yıllarda da İznik Darka’da kamplar yaptık.

Çeşitli structure defterlerinden koparılmış sayfalar gösteriyor. Biliyorsunuz Hazırlık II’de 101 tane structure dersi vardı. Her çocuk o 101 dersi öğrenmek zorundaydı. Son derste her öğrencinin defterindeki sayfaları hatıra olarak almıştım. Almadan önce de çocuklara sayfaları süslemelerini, çiçek vs. yapmalarını istemiştim.

İngiltere’ye dil okuma niyetiyle gittim ama iktisat ve uluslararası ilişkiler okudum. Şayet iktisat öğrenmezsen etrafında neler olup bittiğini anlayamazsın. O yüzden iktisadı tercih ettim. Bu alanda en iyi okul olan London School of Economics’de iki buçuk yıl okudum. Gerçekten neler olduğunu anlamak istiyorsan, ister amatörce ister profesyonelce olsun, iktisat öğrenmek lazım. Şimdi gazeteleri okuduğumda olayların perde arkasını kavrayabiliyorum.

Dil ve dil yapısına ilişkin merakını biliyoruz. Bu konuları soruyoruz.

Bildiğim diller arasında İngilizce ve Fransızca en iyi ikisi. Sonra Türkçe geliyor, sonra Arapça. Arapçam yine de iyidir. Bir Arapça dil kitabı yazmaya başlıyorum çünkü Arapça öğretemiyorlar. Structure kitabı gibi bir kitap olacak. Bugünlerde Arapça kitabımla uğraşıyorum. Çok kitap okuyorum. Televizyonda sadece kelime türetme yarışmasını izliyorum… Nefes çalışmalarına da devam ediyorum. Özellikle merdivenleri inip çıkarken.

Darüşşafaka’da koridorda yürürken parmaklarının ucunu duvara vurararak dolaştığını hatırlatıyoruz, bunu parmaklarını güçlendirmek için yaptığını, stres topunu hâlâ sakladığını anlatıyor.

Gazete, kitap okumadan yemek yemediğini hatırlıyoruz, bu alışkanlığının da devam ettiğini Nimet Hanım söylüyor: Sabahleyin ilk işi gidip bakkaldan gazeteleri almak. Gazete almadan kahvaltı etmez. Hep okur kahvaltı ederken… Çapa Eğitim Enstitüsü mezunu emekli türkçe öğretmeni Nimet Hanım anılarından bir eksilmeyi eleştirmekten kendini alamıyor : hiçbir şeyin kıymetini bilmeyen bir milletiz. Şimdi Fenerbahçe Stadının yanında bulunan karşılıklı iki okul binası vardır. Biz orada okuduk. Kızıltoprak’ta stadyum ile Zühtüpaşa camisinin arasında, çamların arasında Zühtü Paşanın konağı vardı, Kadıköy Kız Lisesiydi orası. Sekizgen şeklinde yapılmıştı, her sınıfta çok güzel yağlıboya manzara tabloları vardı. Tarif edemem size, o kadar güzel bir binaydı. Tamir edeceğiz dediler, yıktılar orayı. Hâlâ içim sızlar.

cete-14Hayrettin Cete ilgi duyduğu alanlarda biraz daha konuşkan ama sakin durmayı, dinlemeyi, dinlenmeyi daha çok seviyor izlenimi edindik. Hayatında Darüşşafaka ve Darüşşafakalıların kapsadığı alan ve yoğunluk belli ki herhangi başka bir konudan, olaydan çok daha fazla. Bu dönemin yoğunluğuna uygun bir “kazı” için muhtemelen günlerce birlikte olmak gerek. Sakladığı resimlerin de Cete’nin yaşamayı pek tercih etmediği Ataşehir’deki evde olduğunu anlıyoruz; resimler bize çok sayıda anektodu da canlı bir şekilde geri getirebilir. Şimdi iki sevimli büyük olarak yaşadıkları evlerinde yaşam ve çalışma heyecanları ile baş başa bırakarak ayrılıyoruz.

fa/ök/kk Mart 2016

 

1 YORUM

  1. Hayrettin Cete’ye selâm ve sevgiler. Darüşşafaka eski edebiyat öğretmenlerine Kemal Bek.

Comments are closed.