İbrahim hayatımda özel yeri olan insanlardan. Darüşşafaka lise yıllarında ülke ve dünya konularıyla ilgilenmeye başladığımızda entellektüel kalitesiyle beni besleyen bir kaç kişiden biri. Sinema alanında daha o zamandan derin bilgisiyle yol gösteren ve Sinamatek seyir arkadaşım. Üniversite yıllarında aynı çizgide mücadele yoldaşım. Daha saymayayım, uzayacak. Çağıl olmasa bu portreyi tamamlayamayacaktık. “Bitmeyen Sevda Yeşil Siyah, Darüşşafaka’nın Spor Tarihi” kitabı için İbrahim’le de uzunca görüşmüş, bilvesile portresi için de malzeme çıkarmıştık ama benim yeni işe başlamam Fethi ve Gökçe’nin yeni projeleri derken portre üretimimiz maalesef yavaşladı. Çağıl sağ olsun hızır gibi imdada yetişip parçaları birleştirdi, İbo’yla bir kaç görüşme ve kayıt yaparak nefis iş çıkardı. İbrahim’den önce sözü Çağıl’a bırakıyorum. (Öktem DŞ 74, şubat 2018).

Futbolda farklı renklere gönül versek de ortaokul yıllarımdan itibaren zevkle takip ediyordum kendisini. Fikirlerinde, yazdıklarında, konuştuklarında hep kendimden bir şeyler buluyordum. Geç de olsa öğrendim ki meğerse ortak paydamız bundan fazlasıymış. Okuyacağınız portre kurumumuzun spor alanındaki en anılası isimlerden birisine ait. Darüşşafaka’daki spor kültürünün en güzel örneklerinden bir tanesi… Bu portrenin arkasındaki hikayem, kişisel olarak tanımadan sadece basından okuduklarımla kendime yakın bulduğum, başarılı olmasını istediğim bir büyüğümün Darüşşafakalı olduğunu öğrendikten sonra hissettiğim duygu yoğunluğundaki artış… Gelin gerisini kendi ağzından, Beşiktaş taraftarında çok güzel anılar bırakan Beşiktaş eski yöneticisi  İbrahim Altınsay’dan dinleyelim.(Mustafa Çağıl Işık, 137. dönem, DŞ 2010)

Çanakkale o zamanlar bir Akdeniz şehri gibiydi.

Bir yaşında ya var ya yokum: Topa ilk dokunuş…

1954’de Çanakkale’de doğup ilkokulu orada okudum. Baba tarafım Girit mübadili, anne tarafım ise Bulgaristan Tuna göçmeni. Çanakkale o zamanlar bir Akdeniz şehri gibiydi. Çok demokratik ve çok özgürlükçü… Zaten yıllarca Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, Batılı yabancılar ve Müslümanlar bir arada yaşamış. Benim çocukluğumda Rum ve Ermeni kalmamıştı ama Yahudiler vardı. Bizi Rum mahallesine yerleştirmişler. Rum Mahallesi, Giritli Mahallesi olmuş. Rum evinde doğdum, Rum okulunda okudum.

O zaman Çanakkale hâlâ göçmenler sayesinde çok da renkliydi. Mesela sınıf arkadaşlarım içinde Arnavut, Çingene, Pomak, Boşnak, Muhacir, Yörük vardı… Benim gibi Giritliler, Yahudiler de cabası. Kısacası çok kültürlü ve demokratik bir ortamda büyüdüm. Okulda iki şube vardı. A şubesine eşraf çocukları gidermiş, B şubesine da arta kalanlar… Beni B şubesine verdiklerinde annem çok kızmıştı. Zor ikna etmişler. Ama hayatta hiç zorlamadığım halde çok şanslı olduğum anlar var. Yani piyango bileti almadan piyangonun vurması gibi. Bu B şubesine ayrılmak da öyle olmuş. Hayri Önol adında kural tanımayan, hayata önem veren, radikal bir öğretmenim oldu. Bizi okulun dışında bir barakaya atmışlardı. Sınıfı biz küçük öğrenciler yönetirdik, dersleri sırayla verirdik. Öğretmenimiz ders saatlerine uymazdı. Dersleri, kırlarda, çarşıda, deniz kenarında yapardı.

Nedret, Şengül, Dursun, Haşim gibi efsane oyuncuları tanıyordum

Bu arada kendimi bildim bileli Darüşşafaka hayatımın içinde vardı. Çünkü halamın oğlu Arman Akün, 1955 girişli, 1963 mezunu bir Darüşşafakalıydı. Halam alt katta, biz üstte otururduk. Ben küçükken o ailenin maskotu gibiydim. Hep onlara kaçardım ve onların bütün resimlerinde beşinci çocuk gibi dururdum. Arman Abi sayesinde 1960’ların başında şampiyonluk kazanan Darüşşafaka basketbol takımını da okula girmeden önce biliyordum. Nedret, Şengül, Dursun, Haşim gibi efsane oyuncuları tanıyordum. Gazete kupürlerini kesip saklardı ve İstanbul’dan tatillere geldiği zaman hep o maçları anlatırdı. Yazın bana İngilizce de öğretirdi. O yüzden Darüşşafaka’ya girdiğimde biraz İngilizce biliyordum. Bir de onun karnesi gelirdi. Görünce karnesine hayran olurdum. Sütun sütun notlar çok güzel gözükürdü.

O zamanlar Darüşşafaka kelimesini söyleyemediğimden “Büyüyünce Arman Abimin okuluna gideceğim” dermişim. Herkes de beni sustururmuş. Babam o zamanlar ülser hastası ve çok ciddi bir dönemden geçiyor. Halamlar da “İçine mi doğuyor? Babası ölecek ve Darüşşafaka’ya gidecek!” diye söylenirmiş.

Hayatımda hiç zorlamadığım halde şanslı olduğum bazı anlar var dedim ya, işte o anlardan biri ağlarını örmüş bile. Ben ilkokul 4.sınıftayken Darüşşafaka’ya belirli gelir düzeyinin altındaki anneli-babalı çocuklar da alınmaya başladı. Tabii ayrı bir kontenjan dâhilinde… Babam milli eğitim müdürlüğünde memurdu. Çanakkale’den sonra Ankara’ya gittik. Kendisi bir müddet de Bağdat ve İngiltere’de kültür merkezlerinde memur olarak çalıştı.

Annem de bizim için en iyiyi istiyordu hep. Dikiş dikerek ailenin hayatına katkıda bulunuyordu. Önce parasız yatılı sınavına girip sonradan Bornova Anadolu Lisesi adını alacak olan İzmir Koleji’ni kazandım. Sonra da Darüşşafaka sınavına girip ikinci olarak Daçka’yı kazandım. Orası zaten efsaneydi benim için. En çok ilkokul hocam sevinerek gurur duymuştu. Onun sevinç gözyaşlarını unutamam. Çünkü onun sınıfına hep yoksul çocuklar verilirdi. Tercihim tabii ki belliydi. Böylece 1965’te Darüşşafaka’ya girdim. İlk geldiğimde İstanbul, yoksul, düzensiz ve karışık gelmişti bana.

Daçka’da poz kesenler: İzzet, Musa, İbrahim Altınsay, Ersin Balkan, Kemal Engin… Gözler Kapı’da…
Ersin’i çok erken kaybettik. Kalanlar Daçka ’73 Akdeniz Seferleri’nin gediklileri…

On sene filan sürdü anneli-babalı çocukların da kabul edildiği o sistem. Bence Darüşşafaka tarihinin en büyük atılımlarından birisidir. Çünkü okula girildikten sonra görüldü ki iyi yönetilirse bu durumun hiç bir olumsuz etkisi olmuyor. Biz bu yaşa geldik hala dönem arkadaşlarımızın, hangisinin babası veya annesi hayattaydı bilmeyiz. Her zaman da karıştırırız. Bunun yatakhanede de sohbeti olmazdı. Tek farkımız okula girerken ayrı kontenjanlardan, ayrı listelerle girerdik. Özellikle Fettah Aytaç, arkasından Nazıma Antel ve ekibi bu durumu öyle iyi yönettiler ki biz hiç bir şey hissetmedik.

Onlar hala bizim kardeşimizdir ve hatta kardeşten ötedir

Şimdi analı-babalı ama olanakları çok sınırlı bir çocuk düşün. Televizyonda Darüşşafaka tanıtımlarını görüyor ve okulun hayalini kuruyor. Bu çocukların hayallerine de bir şans vermek gerek. Yoksul ama zehir gibi çocukların iyi bir eğitim fırsatı bulmaları neredeyse imkansız bugün.

Bizim zamanımızda bir nevi sınıf hocamız gibi olan ve bizim sadece eğitimimizle değil, nasıl bir insan olacağımızla da ilgilenen Aynur Doğruer ile hepsi iddialı Zuhal Ergenç, Ayhan Kurtoğlu ve Hayrettin Cete Hocalarımızın isimlerini de söylemek zorundayım.

Her şeyin kıymetini bilmeyi bize en iyi şekilde öğrettiler. “Sizler seçilmiş, zeki öğrencilersiniz ve toplumun liderleri olacaksınız. Ülkemizin durumu belli. Bu yüzden elde ettiğiniz imkanların kıymetini bilin” derlerdi. O yıllarda kaldığımız zaman sınıf tekrarı yoktu ve sekiz sene boyunca kiminle başlarsak onunla bitirirdik. Galiba 83 kişi girdik ancak 38 kişi mezun olabildik. Yarısı hazırlık 1 ve 2’de ayrılmıştı. Ama birlikte okuduğumuz herkes, bir sene de olsa, bizim için Daçka 1973’lüdür. Onlar hala bizim kardeşimizdir ve hatta kardeşten ötedir.

Babam sağ ayağımı tutturur, topa veya portakallara sol ayakla vurdururmuş

Akşam yemeği sonrası en muhabbetli zaman: Selahattin Kayalar (Selo), Nurettin Elhüseyni, Seyfettin Öngider (Seyfi), İbrahim Altınsay, “Cafer Ağbi” Sadettin, Nedim. Lise III olmalı.

O zamanlar Hürriyet gazetesi, “Başarının zirvesinde çocuklar” diye bir dizi röportaj yapıyordu. Benim için bir gazeteci Çanakkale’ye geliyor. Annemler Teyzemlerin yanına düğüne gittiği için de röportajı babamla yapıyorlar. Babam da sosyal faaliyetlere meraklı biri. Çanakkale’de yerel gazetelere yazılar yazan, Çanakkale Beşiktaş Spor kulübünü kurmuş, memurluğunun yanında aynı zamanda hakemlik yapan ve maaşını kitaplara yatıran birisi… Bahsettiğimiz yıllar 1950’ler. Sonradan Milli Lig kurulunca, kulüp Boğazspor adını alıyor ama renkleri hep siyah-beyaz… Ardından üç kulüp (Türkgücü ve Naraspor’la birlikte) birleşiyor ve Çanakkalespor oluyor. Şimdilerde de Çanakkale Dardanelspor…

Neyse röportajı yapan adam, babama dönüp “İbrahim okuldan geldiği zaman neler yapar?” diye soruyor. Babam da “top oynar” diyor. Gazeteci odada bulunan kitaplara bakıyor. ‘Hiç kitap okumaz mı?’ diye tekrar soruyor. “Okur tabii ama çok iyi de top oynar” diye cevap veriyor babam. Bizim için kitap okumak önemli değil, sıradan bir olay. İyi top oynamak önemli!  Kendisi beni futbolcu yetiştirmek isterdi. Hatta bunun için sağ ayağımı tutturur, topa veya portakallara sol ayakla vurdururmuş. Hala spor yaparken futbol ve basketbolda sol ile oynarım ama yazarken sağ ile yazarım. Neyse, röportajı yapan gazeteci de “Öyle şey mi olur canım? Nasıl kazanıyor o zaman bu okulları?” diye kızarak tamamen uydurma bir röportaj bastı. Gazetedeki röportaja bir baktık, hiç konuştuklarımızla alakası yok; annem rüyasında görmüş filan.

Maç boyunca kulübenin kenarında otururdum

Babam 1940’lı yıllarda Haydarpaşa Lisesinde okurken Beşiktaş hastası olmuş. Aslında Haydarpaşa öğrencileri ağırlıklı olarak Fenerliymiş. Kabataş Lisesi ise Beşiktaşlı. Bizde bütün aile Beşiktaşlı… O yüzden ben kendimi Beşiktaşlı doğdum diye biliyorum. Ufakken futbol dendiğinde, Beşiktaş diye bilirdim. Büyüyünce anladım ki meğerse başka kulüpler, başka renkler de varmış 🙂 Babam çok yumuşak bir insandı. Çok gezmeye, kültüre, okumaya meraklı, iddiası olmayan bir insandı. Annemse iddialıydı; bizim en iyi olmamızı isterdi hep. Bunun için hayatını adadı. Ne başardıysam annem yüzünden başardım ama ne olduysam daha çok babam sayesinde galiba.

Beşiktaş Çanakkale’ye gelince annem gazetelere bakarak Beşiktaş forması dikmiş bana. Öylece Beşiktaş maskotu olmuşum. Efsane santrforlardan,  artık yönetici olan Kemal Gürçelik’in kucağındaki fotoğraf benim için çok değerli hâlâ.

Babam Çanakkale karmasını ya da takımlarını karşılaşma için İstanbul’a gittiğinde beni de götürürdü. Cumartesi-Pazar maçlarına da muhakkak giderdik. Tabii başta Beşiktaş maçlarına… Mithat Paşa Stadı’na çıktığımı da çok iyi hatırlıyorum. Maç boyunca kulübenin kenarında otururdum. Daha o zamanlar 3-4 yaşındayım, annemin babamla “paltosunu giysin” tartışması yaptığını hayal meyal hatırlıyorum mesela. 1993’te Beşiktaş kongre üyesi oldum ve babam 1993’te vefat etti. Maalesef 2000-2004 arasında Beşiktaş’ta yönetici olduğumu göremedi.

Annem…“seni Darüşşafaka’ya yollamayacaktık” derdi

Darüşşafaka dediğiniz zaman tabii ki annelerin hikayesi başlar. Darüşşafakalıların hikayesi aslında annelerin hikayesidir. Anneleri anlatan bir yazı dizisi ne iyi olur. Böyle fedakârlık hikayeleri başka yerde yoktur… Annemin beni Darüşşafaka’ya ilk bıraktığı günü hatırlıyorum. Ayrılamadığımızı Nazıma Hanım görmüştü. “Bu çocuk bizim çocuğumuz değil mi?” diye sordu. “Evet” deyince, “gelsin o zaman, ne arıyor burada?” dedi, alıp sınıfıma yolladı beni. Annem de “ben seni doyasıya öpüp koklayıp okuluna bırakamadım” diye yıllarca anlattı. Sonra da ne zaman eleştirecek bir yanımı görse “seni Darüşşafaka’ya yollamayacaktık” derdi hafif alaycı bir edayla.

Annem beni 19 yaşındayken dünyaya getirmiş. Benden küçük iki de kız kardeşim var. Bizim daha iyi yaşamamız için gecesini gündüzünü harcadı. Bakın, hayatının her şeyini, bütün sevgisini sırf daha iyi bir gelecek için 11 yaşında İstanbul’a bırakıyor. Çok zor bir karar ve bunu sadece çocuğu için yapıyor. Kız kardeşlerim tabi bu durumdan memnun olmuyordu. Eve her geldiğinde el üstünde tutuluyorsun, şımartılıyorsun vs. Onlar da “biz neler çektik senin yüzünden bir bilsen” diye söylenirlerdi. Çünkü ben gidince annem ağlıyor, belki onlara biraz daha fazla kızıyordu.

Pele falan paylaşılamazdı ama ben Milan’lı Rivera’yı seçmiştim

Daçka’ya gelmeden önce acayip top oynuyordum. Mahallede herkes bir futbolcunun adını alıp numarasını, beyaz fanilaların arkasına yazardı. Pele falan paylaşılamazdı ama ben 14 numarasıyla Milan’lı Rivera’yı seçmiştim.

Daçka’da haliyle Daimi bir öğrenciydim. Yani hafta sonlarını da okulda geçiriyordum. Bunun tabi spora çok güzel bir etkisi vardı. Avantajı şuydu: Hemen basketbol oynamaya başlıyorsun. Gerçi gündüz çıkabiliyorduk ama ilk yıllarda genellikle okulda kalıyorduk. Ya eski salonda ya açık hava sahasında bütün gün basketbol oynardık. Mesela bizim sınıftan Nurettin’in basketbolcu olması öyledir. Hazırlık I’de Şubat tatilini okulda geçiriyor, sabah akşam basketbol oynuyor. Biz tatilden döndük bir baktık, Nurettin çok güzel basketbol oynuyor. Daimi olunca futbol sahaları da senin, basketbol sahaları da…

Basketbol oynuyorum ama futbola da hastayız. Hafta içi voleybol sahalarında hafta sonları büyük sahada top oynardık. Ancak bizim zamanımızda Orta III altına futbol ciddi şekilde yasaktı. Kaç defa idareye çekildim… “Sert bir spor, gelişimi engelliyor, terleyip hasta oluyorlar” diye futbol oynanmasına izin verilmiyordu herhalde. Bizim aramızda da “boyun uzamaz, bacakların yamuk olur” gibisinde tevatürler vardı. Teneffüslerde bile yasaktı. Tam biz Orta III’e geçtik, resmen top oynayacağız, okulda yeni binanın inşaatına başlandı. Futbol sahası inşaat alanı oldu ve sınıflar arasındaki o çekişmeli futbol maçları yapılamadı. Ama basketbol ve masa tenisi serbestti. Bizim dönemde çok iyi sporcular çıktı. Eskrim de çok iyiydi mesela.

Biz de iyiydik ama küfür, dirsek, kafayla maçları alıyorlardı

Bu arada futbol oynadığım için cumartesi dışarı çıkamama cezası aldım. Basketbol yüzünden de uzaklaştırma… 🙂 Ama ne üzülürdük biliyor musun? 11 yaşında daha hazırlık I’desin ve dışarı çıkma hakkın elinden alınıyor. Cezayı aldığım gün bir daha oynayıp, bir daha ceza alıyordum. O zamanlar yanlış hatırlamıyorsam Melih Bey ile Avni Bey vardı nöbetçi Müdür Yardımcıları… Bir gün Avni Hoca bizi idareye çekti. Ayhan Kurtoğlu da vardı. Avni Hoca, “Bunlar ne yapıyorlar biliyor musun Melih Bey? Futbol oynuyorlar” dedi. Beni gösterdi, biraz da gülerek “Bu Çanakkaleli çok da iyi oynuyor haa!” diye eklemeyi unutmadı. Futbola kendisi de meraklıydı meğerse bizi izliyormuş.

Futbolda Lise takımında amatör ikinci kümede mücadele ediyorduk. Daha önce takım arkadaşım Eşref Biryıldız anlatmıştı. Berabere kalarak takımı kümede tuttuk. Şeref Stadı’nda, Maltepe Stadı’nda Çarşamba günleri hep lise maçları oynanırdı. Futbol maçlarında bize kolejli diye tüküren, küfür eden rakipler olurdu. Hepsi çift dikiş yapmış, bizden üç-dört yaş büyük oyuncular olurdu bu takımlarda. Lise basketbol takımında da oynuyordum. Bazen iki maç arka arkaya oynardık. Mesela basketbolda St. Joseph ile oynadıktan sonra futbolda Sultanahmet Motor Sanat Enstitüsü’yle maç yapardık. Adamların hepsi amatör kümedeki takımlarda yer alırdı. Biz de iyiydik ama küfür, dirsek, kafayla maçları alıyorlardı. Hakemler de görmüyordu, bunlar bizi de döver diye. 🙂

Futbolu daha çok oynardım ama top oynadığımız saha inşaat alanı haline geldi. Futbol oynayacak yer kalmadı. Haftanın beş günü okulun içindesin. Hafta sonu idman için koşulları çok iyi olmayan yerlere gidiyorduk. Şartlar zordu ve bugünkü gibi değildi. Ben de futbolun o günkü şartlarına, o çamurlu sahalara filan fazla dayanamadım.

Basketbolda ise daha fazla anım var. Hem Orta hem de Lise takımında oynadım, ilk beşte olmasam da. Turnuvalarda ilk maçlar zaten kolay oluyordu. Üzücü bir şekilde 50-3, 50-5 gibi skorlar… Bazı okullar formalite için katılıyordu bu maçlara. Basketbolu bilmeyen çocuklar oluyordu. Biz hep son dörde kalıyorduk ama finallerde yeniliyorduk. Genellikle Darüşşafaka, Galatasaray, St. Joseph ve bir başka kolej takımı oluyordu. Lig takımlarında oynayanların yer aldığı liseler işi götürüyordu.

1973 Lise Basketbol Takımı. Soldan üst sıra : Seyfettin Öngider, Nurettin Elhüseyni, Ahmet Kavas, Serdar Saatçioğlu. Orta sıra : ben, Öktem Kalaycıoğlu, Fikret Eyüpoğlu, Kemal Engin. Alt sıra : Fatih Gelincik, Selahattin Kayalar (Selo) , Ruhi Şen, Hikmet Karaca.

Spor Kulübü’nün takımında oynadığımız için ceza aldık

O zamanlar cemiyetle spor kulübünün arası çok kötüydü. Soğukluğun neden kaynaklandığını tam olarak bilmiyorum fakat hatırladığım kadarıyla Fettah Aytaç cemiyet, dernek ve kulübün ilişkilerini birbirine karıştırmak istemiyordu. Biraz da şu etkendi sanırım: o zaman kolej sistemine geçince eski kafalı insanların oraya girmesini istemiyordu. Hem geleneksel kesimlerden hem de eski mezunlardan o sisteme bayağı muhalefet olduğunu hatırlıyorum. Neyse ki Orta II’de Darüşşafaka minik takımında oynamaya başlayarak ilk lisansımı çıkardım. Zaten okulun Orta Basket takımında da oynuyordum.

Spor Kulübü’nün takımında oynadığımız için ceza aldık. Bizim zamanımızda cumartesi öğlene kadar ders vardı. Sonra kuru fasulye pilav, sonra da bayrak töreni… Fakat maçlar Kadıköy Halk Eğitim’de, İTÜ’nün salonunda veya Spor Sergi’de oynanıyordu. Nasıl yetişeceksin? Cumartesi maçlarına yetişebilmek için yemek yemeyip bayrak törenini kırmamız gerekirdi. Maçlar da şöyle oluyordu: Gidiyoruz, ilk yarı fark yiyoruz; devrede sandviç falan atıştırıp karnımızı doyuruyoruz. İkinci yarı farkı kapatıp kazanıyoruz. Tabi hep gizli gizli gidiyorduk. Çünkü spor kulübünde talebelerin oynamasını cemiyet yasaklamıştı. En sonunda bir bayrak töreninden kaçarken, büyük abilerden birisi bizi yakaladı. Açıklama beklerken biz de bir şey söylemeyince bizi idareye şikayet etmiş. Öyle olunca bizi Disiplin’e çektiler ve son maçlara gidemeyince hükmen kaybettik. İhtarname beklerken baktık ki bir gün uzaklaştırma almışız. Karnede disiplin notumuz da 6’ya düştü.

Orta II Karnem: Ders notları yüz, Hareket (disiplin) notu 10 üzerinden 6… Basket yüzünden bir gün uzaklaştırma orada yazılı. İlk sömestr takdirname, ikinci sömestr uzaklaştırma. Orta III karnemi bulamadım. Orada da ilk sömestr takdir ikinci sömestr bu kez 5 gün uzaklaştırma. İkinci Sömestr İmtihan Notları sütununda 3 tane de sıfır vardı.

Ama bu sefer tecrübeli sabıkalıyız

Daha orta ikideyiz. Zaten daimi takımı gibiydik ve daimiler eve gidemediği için cezayı hapishane gibi revirde geçiriyordu. Bayağı üzüldük ama iyi de oldu. Disiplin Kurulu’na erken alıştık. Sonra Orta III’te gizli bir gazete çıkardık, Fikir ve siyaset tarafı bayağı iyiydi. Bir de klasik okul mavraları vardı. Bu sefer ben beş gün uzaklaştırma aldım. İzcilikten de atıldık. Yine daimi olduğum için revire kapatıldım. Ama bu sefer tecrübeli sabıkalıyız. Revirden hatta okuldan kaçıp dilediğimizi yapıyoruz. Kimse de bir şey diyemiyor :). İlk sömestr sonunda not ortalaması bakımından okul ikincisi ilan edilmiştim, yıl sonu sınavların birkaçına ceza yüzünden giremeyip sıfır aldım ama yine de sınıfı geçtim.

İlk ceza, aileye çok zor söyleyebildiğin için üzüyor ama sonradan alıştık… Düşününce Darüşşafaka Spor Kulübü’nde basketbol oynadığımız için Darüşşafaka Lisesi’nde ceza aldık. Herhalde eşine rastlanmaz bir durum. Pazar sabahları Spor Sergi salonunda kendi maçımızı oynadıktan sonra çıkmaz, diğer maçları seyrederdik. Akşam da birinci lig maçları oynanırdı, onları da seyrederdik. Başımızda Metin (Yersel) Abi gelirdi, büyüklerden birisi de koçluk yapardı.

Okul içinde de lise 2 ile lise 3 arasında bir basketbol maçı olurdu, kıran kırana. Bütün okul o maçları seyrederdi. Maçlar çok çekişmeli geçerdi, bir sayı filan farkla biterdi. Öbür maç merakla beklenirdi. Maç sırasında kavgalar çıkardı. Küçük sınıf yendiği zaman olay olurdu.

Spora devam etmeme sebebim iki noktaya dayanıyordu. Birincisi okul dışındaki spor ortamı çok güzel değildi. Sahalar kötü koşullara sahipti. İkincisi orta üçten itibaren daha başka konularla ilgilenmeye başladık. Okulda 12 Mart dönemini yaşadık. Ben daha fazla sinema ve siyasete ilgi göstermeye başladım.

Yılmaz Güney bile geldi

Lise yıllarındaki faaliyetlerimizin ürünü bir dergi

Darüşşafaka’da harika bir eğitim aldık. Dersler bizim için ikinci plandaydı. Liseden itibaren faaliyetlerimiz önemliydi. Kültür ve edebiyat kolları, sinema kulübü, tartışma kulübü vs. O yıllarda Lise III’e geçince abi / kardeş olayını kaldırmıştık. Tabii ki birbirimize karşı saygılıydık ama özgür bir ortam vardı. Benim esas eserim sinema kulübüydü. Dört sene boyunca sinema kulübünün başkanlığını yaptım. Filmler çektik, filmler gösterdik, dergiler çıkardık. Uluslararası Belgesel Filmler Şenliği düzenledik…

Sinemaya ilgim Darüşşafaka’ya geldiğim sene başladı. Ersin Balkan’la birlikte sinema kulübüne üye olduk. Ersin zaten kökten Beşiktaş’lıydı, maçlara da giderdik. Sinema Kulübü üyelik kartım hâlâ duruyor. Okulda 16 mm’lik bir gösterim makinesi vardı. Hafta sonları daimi öğrencilere piyasadan alınmış bir film gösterilirdi. Çarşamba günleri öğleden sonra da kulüp kaliteli bir film oynatırdı. Ünlü yönetmenler söyleşiye gelirdi. Yılmaz Güney bile geldi.

Her gün büyük teneffüste 8 mm’lik bir Lorel-Hardi, Buster Keaton, Şarlo komedileri gösterirdik. Taksim’de tarihi bir eczane vardı, oradan alırdık ham filmleri. Biz 8 mm film çektiğimiz zaman da tab edilmesi için onlara verirdik. Nazıma (Antel) Hanım sinematek gösterilerine gitmemiz için izin verirdi. Ayzenştayn  filmlerini filan hep orada seyrettik. Sonra Lise yıllarında haftasonları Sinematek’ten hiç çıkmadık.

…halbuki biz kuru fasulye-pilav, mercimek yedik

Liseden kalma bir diğer sportif anım da Ruhi Sarıalp’in (Olimpiyat Oyunları tarihinde atletizmde madalya kazanan ilk Türk atlet) hocamız olmasıydı. Öyle ağır idmanlar yaptırırdı ki canımız çıkardı. Hayatım boyunca o idmanların çok faydasını gördüm.

Hem disiplini öğrendik, hem de 15-16 yaşındaki çocuklar olarak profesyonel antrenmanlarla çok iyi bir fizik-kondisyon elde ettik. Herkes “Darüşşfaka’da size ne yedirdiler” derdi ama halbuki biz kuru fasulye-pilav, mercimek yedik 🙂 Ruhi Sarıalp Hocamız da baktı ben biraz zayıf ve cılızım ama aynı zamanda dayanıklıyım. “İnce bacakların var, ciğerlerin de iyi… Ben seni maratoncu yapacağım.” dedi. Hocam yapmayın etmeyin derken bir süre ona göre çalıştım. O sıralar kros da yapıyorduk. Normalde sabah 6:45 olunca kalkılırken biz 6’da kalkıp kros yapardık. Hele soğuk günlerde çok hoşumuza giderdi ama sonrasında kokudan yatakhaneye giremezdik ! Bu arada Orta I’de sigaraya başlamışım, o sıralar ders arası teneffüslerde bile bir sigara içiyorum. Neymiş maratonda koşacakmışım! Bir kaç defa yarı maraton denedim ama yorgunluktan derslerde uyuyakalıyordum. Baktım olmuyor, bir yerden rapor uydurdum alyuvar eksikliği ve kansızlık var diye. Bir yandan seviyordum, bir yandan hocayı da kıramıyordum ama ağır gelmişti. Sayesinde koşu kültürüm oturdu. “Koşmasaydım yazamazdım” diyen ünlü yazar Murakami kadar olmasa da koşmak kendini dinlemek, bedenini ve sınırlarını tanımak, kendinle ödeşmek benim için. İlk başladığı yıllarda Avrasya Maratonu’nun da sürekli 15.000  koştum, sonra yeniden başladım ve geçen seneye kadar da Daçka için koştum; 10.000 metre, 10.000 lira…

73’lülerle bir kez daha Akdeniz sularında rüzgara karşı: Okulu kırıp denize çıkmışız gibi.

Tasavvuftaki gibi bir iç disiplin öğretiyor

Şu sıralar yürüyüş ve yüzme şeklinde spora devam ediyorum…  Bunlar halk ve işçi sınıfı sporları 🙂 Bir de yelken yapıyorum ancak yarışlara katılmam. Uzun mesafe yarışları güzel oluyor ancak diğerleri bana hitap etmiyor. İlk olarak, yelkende vücudun her tarafı çalışıyor. İki, kafan satranç gibi çalışmak zorunda: navigasyon, yelken ayarları vs. Üç, ata biner gibi sanki başka bir canlıyla birlikte bir spor yapıyorsun. Teknenin de kendine göre bir huyu var, ona uyum sağlaman lazım. Doğaya uyum sağlaman lazım çünkü denizin ortasındasın ve doğanın gücünü anlıyorsun. Son olarak kendine uyum sağlaman ve sabırlı olman lazım. Hayatın sonsuz derece dengeden oluştuğunu görüyorsun. Yelkende 15 aşamalı bir işi yaparken 5. aşamada bir şeyler ters giderse, dörde değil en başa dönüp birinci aşamadan başlarsın. Tasavvuftaki gibi bir iç disiplin öğretiyor.

Bir süredir yelkene meraklı sınıf arkadaşlarımla birer haftalık seferler yapıyoruz tekne kiralayarak. İki tekneye çıktık ve bu yaz 10. Yıl olacak. Teknede ortam okuldakinden farksız oluyor. İskeleye yanaşırken öteki insanlar 13-14 yaşındaki çocukların yatılı muhabbetlerini duyuyor ama bir bakıyorlar, tekneden 60 yaş üstü ihtiyarlar iniyor. Teknede bayrağımız; “Çarşı Rüzgara Karşı”.

Sizin yüzünüzden bu hale geldik

 

Selo (Selahattin Kayalar) ile İbo (İbrahim Altınsay): Adlarımızın yerleşik kısaltmaları bizi lakap sahibi olmaktan kurtardı. Selo ile yine Sinema Kulübü’nde…

Biz kendi kendimizi yaratmıyoruz. Daçka’ya 11 yaşında giriyorsun, 19 yaşında çıkıyorsun; çocukluktan yetişkinliğe… Sizi yapanlar arkadaşlarınız, hocalarınız, çevrenizdekiler, tuttuğunuz takım vs. Eşiniz bile sizi Daçka yıllarında arkadaşlarınızın etkilediği kadar etkileyemez. Çünkü o yıllar hamur gibisin. Öyle arkadaşlarımız vardı ki o adamlarla aynı sınıfta okumasam kesin başka biri olmuştum. Bazen onlara da söylüyorum: “Sizin yüzünüzden bu hale geldik” diye.

Mezuniyetimizin 30. yılında bir araya geldiğimizde bizim Selahattin Kayalar ile konuşuyoruz. Ben televizyon işine girince “ben de telekomünikasyon işindeydim.” dedi. “Ne yapıyorsun Selo?” diye sordum. “Ya biz Mars ile haberleşiyoruz” şeklinde yanıt verdi. Kendisi NASA’da çalışan çok değerli bir mezunumuzdur ve aynı zamanda komple bir sporcuydu. İşte farkında olmadan etkilendiğin adamlardan biri. Daha doğrusu etkilenmiş olmayı isteyeceğim adamlardan biri.

Darüşşafaka’da sekiz yıl boyunca çok eğlendik ve ürettik. Tüm imkânlar elimizdeydi, müthiş bir yaratıcılık vardı. Bizim için travma okuldan çıktıktan sonra oldu. Okuldaki dünyayı sen kuruyorsun, istediğinde değiştirebiliyorsun, kulüpler yönetiyoruz filan ama dışarıda öyle bir şey yok tabii. Sekiz sene sonra okuldan çıkınca dünyanın o kadar ileri, hızlı ve Daçka’daki gibi entelektüel olmadığını öğrendik. Biraz duvara tosladık ama üstesinden geldik. “Mektep” dediğin zaman benim için Darüşşafaka’dır. Diğer hiçbir yer benim için aynı aidiyeti taşımıyor.

Daçka bitince Ankara’da Siyasal Bilgiler Fakültesine ön kayıt yaptırdım. Fakat sonra başka nedenlerle İstanbul’da kalmam gerektiğinden İTÜ Sanayi Mühendisliği’ne girdim. Altı senede üçüncü sınıfa geçince süre bitti. Okuldaki 6 yılın 3 senesi boykotla geçti. Bir sürü şey yaşadığımız yıllardı. Yaşananları anıp daha büyük olaylarla karşılaşmış insanlara haksızlık etmek istemiyorum. Ama oranın da faydası oldu; “sistem analizi” diye bir ders vardı; orada çok şey öğrendim.

1976 olmalı: İTÜ’de bir forum.  Yıllar sonra bana Hürriyet gazetesi arşivinden getirdi arkadaşlar.

Seni buraya alalım da bilim yap

Sonra Ankara’ya gittim ve SBF Uluslararası İlişkileri 1983’te bitirdim. Tarih derslerine de girerdim. Bölümü birinci bitirdim. Not ortalamam bayağı yüksekti. Hocalar tanıdık olduğu için torpil geçtiler herhalde 🙂  Sonra İstanbul’a geldim. Boğaziçi Üniversitesi’nde tarih mastırı yapıyorum. Bir yandan da sinema yazıları yazıyorum. Hiçbir yerde iş bulamadım. Tarih doktorasına da başlamıştım ki çok şey borçlu olduğum hocam Abdullah Kuran benim yazılarımı gördü. ‘İki tane kadro aldım, araştırma görevlisi yapacağım seni.’ dedi. “Seni buraya alalım da bilim yap” diyordu. “Hocam, boşuna uğraşmayın” dedim ama o ısrar etti. Atama çıktı, tabii bir hafta sonra güvenlik soruşturmasına takıldık. Bir haftalık araştırma görevlisi maceram da var yani! 🙂 Biz de tarihçi olamadık ama tarih sever olarak kaldık. Ana Britannica ansiklopedisi çıkıyordu o zaman. Son okumaları yaptım. “İ” harfinden sonrasının iki son okurundan biri bendim.

Zaten 12 Eylül öncesi de gazetecilik yapmıştım.  Master sırasında da part-time olarak basın yayın işlerinde çalışıyordum. Sonra da düzenli sinema yazıları yazdım, festivallere katıldım, jüri üyeliği yaptım.

Edinburgh Film Festivali’nde öteki Jüri üyeleriyle: Filmlerin lobi fotoğrafları gibi bir anı resmi yapmıştım.

…bir daha dünyaya gelsem aynı hayatı yaşamam

Sinema, tarih, siyaset, spor vs. bunlar benim meraklarım. Hepsi hayatımda çok fazla yer kapladı ve televizyon yöneticiliği yaparken bunlardan yararlandım. Hoşlandığım alanlara sadık birisiyim. O yüzden hayatta ne yapmayacağımı biliyorum. Bir de aynı anda iki kapıdan birden geçemiyorsun. Pişmanlıklarım yok yani ama bir daha dünyaya gelsem aynı hayatı yaşamam. Sıkıcı olur, başka bir hayatı denemek isterim. Mesela kadın olarak…

Bu özgürlük aslında kolay edinilmiyor. Kader ve ruh birliği içinde olduğum karım Gülengül olmasa bu olmazdı. Onun fedakarlığı, koşulsuz desteği, verdiği huzur ve sevgisi olmasaydı hayatım böyle olmazdı.

1987’de Aktüel Dergisi’ni ilk çıkaran ekipte editördüm. Show TV’nin kuruluşunda programlama bölümünde çalıştım. Sonrasında Kanal 6, ATV, Kanal D ve Cine5’de yöneticilik şeklinde televizyonculukta devam ettim.

Halihazırda yabancı tematik kanalların temsilciliğini yapıyorum. Şimdi bir de Turkish Film Network diye bir platform oluşturduk. Türk filmlerini internet mecralarında pazarlıyoruz. Çok sık olmasa da prodüksiyonlar yapıyoruz. “Unutma Beni İstanbul” adlı filmimizi tavsiye ederim.

Eski o iddialı Güneş Gazetesi’nin Cumartesi ekinde kültür yazıları yazdım. Radikal’de 5-6 sene sürekli futbol yazılarım çıktı. Hâlâ da orada burada yazıyorum. Yazı çizi işinden kurtulamadık bir türlü. Yazarken okuldaki Türkçe ve Edebiyat hocalarıma mahcup olmamaya özen gösteriyorum hep. Bir de Premier Lig maçlarında canlı maç yorumluyorum, TV programı yapıyorum.

Çoğu zaman da ne yapacağını değil, ne yapmayacağını bilmen seni başarıya götürür

Bir dönem Londra’da yaşadık.  Bu dönemin sonlarına doğru Serdar Bilgili’nin Beşiktaş yönetiminde yer aldım. Daçka’dan kardeşim Hayri Cem istedi, seçime katılan Bilgili’ye, İngiltere’deki deneyimlere de bakarak bir rapor hazırladım. O da bana sormadan beni yönetim listesine aldı. Daçka’nın 100. Yıl mezunlarındandım, Beşiktaş’ın da 100. Yıl yönetiminde bulundum böylece. Bu da şans işte.

2002-2003 (BJK 100.yıl) sezonu başında yurtdışı kampında Gazeteciler takımına karşı oynuyoruz: Takım arkadaşım ve kaptanım Mircea Lucescu.

Yönetimde Hayri ile beraber görev yaptık. Aynı yerden yetiştiğimiz için aynı aileden geliyor gibi hissediyorduk. Has Daçkalı ve Beşiktaşlı Bülent Topbaş da böyledir. Hiç beraber okumadık onunla ama duygularım bu şekilde. Bazen birbirimize kendi kardeşimize kızdığımız gibi kızarız, aynı şekilde severiz. Bu yakınlığı ve hakkı Darüşşafaka’dan alıyoruz.

Hayri Cem’le birlikte Helsinki’de deplasmanda.

Televizyon kanalı yönetmek ile futbol kulübü yönetmek aslında benzer şeylerdir. İkisinde de ana malzeme insandır ve ikisinde de yoktan bir şey yaratıyorsun. Çoğu zaman da ne yapacağını değil, ne yapmayacağını bilmen seni başarıya götürür. Başardığın anda da orası artık varış değil, başlangıç noktası olur. Herhangi bir işte olmuşlardan bir yere varamazsın. Hatalarından ve olmamışlardan gitmen lazım. Kararsızlık, deneme-yanılma olmaz. Kaptan gibi karar vermen ve o yolda yürümen gerekir. Ama kulüp  yöneticiliğini, daha doğrusu genel olarak iktidarı fazla sevmiyorum… Genel Müdürlük de öyle. Uzun süre yapılacak bir şey değil. Benim için esas olan tribündür, taraftarlıktır. Hayatın içinde, dünyanın bütün sokaklarında olmaktır. Çünkü yönetici olmak, taraftar olma özgürlüğünü sınırlıyor. İktidar en başta senini özgürlüğünü sınırlıyor.

Bu kez yeğenlerimle birlikte bir Ankara deplasmanında: Üzerimde Sergen’in forması var.

 

Bir baktık ki seneler içerisinde basamakları hızla çıkarak Premier Lig’deyiz

Medyada yönetici olarak çalışırken bir kulübe çok yakın olmayı da sevmiyordum. Etik olarak doğru gelmiyordu. Büyük kanal yöneticiliğim bittikten sonra Beşiktaş’a üye oldum ve 96’da Londra’ya yerleştim. Orada da siyah beyaz renklere sahip olan takım aramaya başladık. Çünkü Cumartesi herkes takımının maçına gidiyordu hayatının önemli parçası olarak. Biz de öksüz gibi kalıyorduk.

O zamanlar dördüncü kümede oynayan Fulham vardı. Londra’nın tek siyah-beyaz renkli takımı. Stat çok eski ama nehrin yanında, tam bize göre bir aile kulübü… Kulübün krizdeyken para toplamaya çalıştığı günlerden bir baktık ki seneler içerisinde basamakları hızla çıkarak Premier Lig’deyiz. Biz de deplasmanlara giden cefakar taraftarların arasındaydık ve o sayede İngiltere’deki bir sürü yakın kasabayı/şehri öğrendik. Beşiktaş ve Fulham karşılıklı oynasa gollü bir maç sonrası Fulham ezilmeden Beşiktaş kazansın isterim. Mesela 4-3… 🙂 Küme düşmemeye oynamak ya da beraberliğe sevinmek de ayrı bir tat sporda. Veya düşünce kumrular gibi birbirinize sokulmak ve devam ederiz diyebilmek. Deprem sonrası gibi yani, hangi kesimden, sınıftan, kültürden olduğunuz fark etmiyor, birbirinize yaklaşıyorsunuz, sığınıyorsunuz.

 

Uzaklaştırma aldığımız kulüp için salondan da atıldık 🙂

90’ların ortasında Darüşşafaka Spor Kulübü bir krize girmişti. Sınıf arkadaşlarım Haluk Semiz, Nedim Gürbüz ve Tursem Grubu… Onlar kulübü devraldılar bir nevi. Ben de o sırada yönetime girdim. Destek olmak için. Başkan Ali (Kahyaoğlu) abiydi.. Aydan Siyavuş danışman, Erman Kunter koçtu. Her maçtan sonra şunu yollayalım mı, bunu yollayalım mı diye konuşuyorlar. Baktık her maçı kaybediyoruz, bari koçu yollayalım dedik 🙂 Sonra iyi bir Makedon koç bulduk. On kişinin onunu da oynatıyordu. Lise üçte okuyan Darüşşafakalı genci de oynattı (Gökhan Sunter). Çok ideal ve örnek bir yapıydı. Belki o kadar başarılı olamıyorduk ama play-off görüyorduk ve bunu çok dar bir bütçeyle yapıyorduk. Nedim daha iyi bilir detayları. Ben o zamanlar yurtdışındaydım.

Biz maçları şeref tribününden seyrediyorduk ama devamlı yeniliyoruz. Herkes çok bağırınca, baktık Şeref Tribünü’nde olmuyor, gittik potanın arkasındaki köşeye. Devamlı hakemleri işliyoruz. Çünkü resmen eziliyoruz büyük takımlara karşı. Bir hakem bizi attırmaya çalıştı. Sonra yönetici olduğumuzu anlayınca, ‘yahu ayıptır, yönetici böyle yapar mı,’ dedi. Ama hakikaten kötü kıyıyordu hakemler bizi. Biz de küfür müfür etmiyoruz. Mesela bir hakemin Avrupa’da maç yönetmek istediğini fakat yönetemediğini öğreniyoruz. Maçta “sen burada harcanıyorsun, Avrupa’da yönet !” diye bağırıyorduk. O zaman hakemin dengesi bozuluyor. Sabıkalı halimiz devam etti yani. Uzaklaştırma aldığımız kulüp için salondan da atıldık 🙂

Darüşşafaka olmazsa olmaz

Darüşşafaka ismini televizyonda veya gazetede gördüğüm zaman içim hala pır pır oluyor. Doğuş anlaşması sonrası Darüşşafaka Basketbol formasını her yerde görünce tabii ki heyecanlanıyorum. Ancak öncelikli olan okuldur. Darüşşafaka’nın öncesinde ve sonrasındaki işlevi eğitimdir. Kulüp cemiyete katkıda bulunup yük olmuyorsa, her türlü faaliyet desteklenmeye değerdir. Çünkü her şey Darüşşafa’da okuyanlar içindir. O yüzden amatör kümede de oynasa Daçka, bizim için Daçka’dır. Bu anlamda Doğuş ortaklığını, Cemiyet’e, dolayısıyla okula katkıda bulunduğu sürece ve Spor Kulübü’nün yükünü aldığı sürece makul bir çözüm olarak görüyorum. Ancak böyle ortaklıklar 10-15 yıl gibi uzun vadeli olmalıdır ki sistem oturup kurumsallaşsın. Aksi halde iki camianın ismi de zarar görüyor.

Ayrıca Darüşşafaka’nın bağışlarının olumsuz etkilenmemesi için bağışçılara ve halka da çok iyi anlatılmalı işbirliğinin içeriği. Bu işbirliğinden okulun ve eğitimin kazançlı çıktığı anlatılmalı. Bu yüzden iletişiminin iyi yapılması gerekir cemiyet tarafından, ki zaten o şekilde yönetildiğini düşünüyorum.

Zekeriya abinin yönetimiyle birlikte Darüşşafaka çok iyi yönetilerek krizden çıktı ve 2010’ların dünyasında da saygın bir kurum olarak parlamaya devam ediyor. Çünkü bu alanda rekabet etmek 1960’ların Türkiye’sinden çok farklı. Bizim zamanımızda iyi bir eğitim almanın maliyeti düşüktü ve devlet okullarında bile makul bir öğrenim düzeyi vardı. Şimdinin kalabalık ve çılgın tüketim dünyasında aynı öğrenimin maliyeti çok yüksek.

Darüşşafaka fırsat eşitliğinin ve uygun şartlar verildiğinde çocuklarımızın neler yapabileceğinin abidesi… Darüşşafaka olmasaydı biz bir şekilde bir hayat yaşardık tabii ama şu anki halimizde olmazdık. O zaman; “Darüşşafaka olmazsa olmaz”.