Erişkin adıyla tanınır, bilinir; Darüşşafaka’nın sessiz, sakin, beyefendi adamı. Bizim “Erişkin”imiz, küçük sınıfların çok sevdiği ve etrafında fır döndüğü “Erişkin Abi”si, Foto Özkan’ı iflas ettiren fotoğrafçı, izcilerin bayraktarı, okul ve amatör kulüp takımının “kalede duran adam”ıdır…
Sanırım Hazırlık sınıfındaydık, beden öğretmenimiz rahmetli Sudi Armaner hentbol oynatmak için bizi iki takıma ayırdı. Bir kenarda her zamanki sessiz ve sakin haliyle duran Erişkin’i görünce, “Haydi oğlum sen de bir takımın kalesine geç” dedi. Üç direk arasındaki kariyeri böyle başladı kaleci Erişkin’in.
Çok iyi bir sınıf futbol takımımız vardı. Okul dışında İstanbul semtlerine, İstanbul dışına maçlara giderdik. Bir gün içinde, Pendik’te bir maç oynadıktan sonra Bakırköy’e gidip ikinci maçı oynamışlığımız vardır. Lise III’e geldiğimizde bu takım okul takımı olmuştu ve bütün okul bizden şampiyonluk bekliyordu. Küme düştük… Az gol attığımız için mi, yoksa çok gol yediğimiz için mi düştük hatırlamıyorum. Dönemin kalecisi kesin hatırlıyordur 🙂
Erişkin, çok sevdiği ve de iddialı olduğu tavlada rakip tanımaz. Londra’da yaşadığı yıllarda bir süre ben de oradaydım. Dönerleri satıp bitirdikten sonra üst kattaki evinde “mutfağa inip kahve yapmacasına” , beş altı istasyon uzaklıktaki Kentucky Fried Chicken’a gidip “tavuk almacasına” tavla oynardık.
Çok tavuğunu yedim, çok kahvesini içtim sevgili arkadaşımın, dostumun.
Sevgili ‘Aslan Kova Kalecim’e ABD gurbetlerinde sevgili eşi ve kızıyla birlikte sağlıklı, mutlu uzun bir yaşam diliyorum.*

 

Year of Dragon

1952 senesi Ağustos ayının 12. gűnű dűnyaya gelmişim, günlerden Salı. İki bayram arasına sıkışan Ağustoslardan. Çin’de “Year of Dragon”, burcum aslan.

image001
Bir yaşındayım, Sarayburnu, İstanbul.

Manastır’dan göçen babam ve Ordu’dan İstanbul’a akrabalarının yanına gelen annem, 1950 senesinde tanışıp evlenmişler. İlk kaldıkları eski tahta evi, daha sonraları ziyarete gittiğimden hayal meyal hatırlarım; yer yataklarında yatılırdı ve őylesine meyilliydi ki, sabaha doğru kendini odanın bir köşesine yuvarlanmış bulurdun. Pencerenin yanına gitmeye korkardım, sanki hafif bir sallantıda yıkılacak gibiydi. Semt Beşiktaş, Beşiktaş’ın 26 puanla şampiyon olduğu 8 takımlı İstanbul Profesyonel Futbol Liginin ilk senesi. Annem, abimle beni Galatasaray kulübünde kürek çeken amcamın hatırına Galatasaraylı yapmış. O sene, 1 TL = 0.36 USD iyi mi? İnönü’lü banknotlardan Atatürk’lü paralara dönülmüş. Ortası delik 2.5 ve 1 kuruşları hatırlıyorum…

Aynı sene Erzurum ve Kaliforniya’da büyük deprem, Günseli Başar’ın Avrupa güzellik kraliçeliği, devam eden Kore savaşı, Eisenhower’ın başkan, Elizabeth II’nin kraliçe oluşu ve NATO’ya kabul edilişimiz dışında fazla önemli olay olmamış zaten…

Bir de ben doğmuşum 🙂

image004

Suyumuz yoktu ama elektriğimiz vardı, en yakın bakkal Sultanahmet’teki Sarı Amca’ydı.

Babam, her Daçka’lının babası gibi bizi erken bırakıp gitti, ilkokulu bile bitirmemişim daha. Babasız büyümenin bir eksikliği olsa gerek, ben de acısını kızımı şımartarak çıkarttım.

image002
Şeref Stadı’nda, 1971.

O seneler, ben herhalde bir yaşında iken, babam Sarayburnu askeri depolarından birinde muhasebeci olarak iş bulur, oraya taşınırız. Lojman denilen gecekondularda büyüdük. Onun vefatı sonrası, annem lojmanlardan atılmayalım diye yakındaki askeri hastanede iş bulur.

Suyumuz yoktu ama elektriğimiz vardı, en yakın bakkal Sultanahmet’teki Sarı Amca’ydı.

Bizimle kalan, bize babalık yapan dedem, mahalle pazarlarında gaz ocağı tamirciliği yapardı; böylece evde sebze meyve eksik olmazdı.

Annem kimden duyduysa, Daçka imtihanına benden bir sene önce abimi sokmuştu. İlk 100 arasında olmasına rağmen kontenjan dışı kalması annemi çok űzműştű. Tek başına iki çocuğu okutabilecek durumu yoktu, bir fırsattı ona.

Daçka imtihanlarından önce annem; “kazanırsan size futbol topu alırım” dediğinde gülüp geçmiştik

Abim hep daha çalışkan olmuştur. Annemin benden pek ümidi yoktu. Çalıştığı yere götürüp, askerlerden hatırı geçenlere bana ders çalıştırmasını isterdi. Ben de o askerle hastanenin üst katlarına çıkar güzelim Marmara’yı seyrederdim. Mehmetçik de, beni çalıştıracak diye komutanından izin alıp askerliğin her türlü can sıkıcı talimlerinden kaçmış olmanın keyfini çıkarırdı.

image005
Çarşamba yerleşkesindeki tarihi yeşil kapı. Şimdi Maslak’ta.

İmtihanı hiç hatırlamıyorum. Abimle sonuçları bakmaya gittiğimiz gün dün gibi gözümün önünde. O heybetli yeşil kapının sağında asılmıştı listeler. Hiç oralı değildim, kazanıp kazanmamak da pek umurumda değildi. İsimlere bakmaya sondan başladım, abim de ilk baştan; “saçmalama gel buradan gidelim” dememe kalmadan “gel bak 38. olmuşsun” dediğinde bile, çok sonraki tabirle, hala jeton düşmemişti bende.

Sarayburnu’nda, ambarların yanında askeri top sahası vardı, Topkapı filmi için oraya lunapark kurulmuştu, ilk dönme dolabı orada gördük. Diğer zamanlarda askerlerin maçlarını seyrederdik. Biz çocuklar da bulduğumuz her toprak sahaya, iki taştan kale direkleri kurar, maç yapardık. Bizden büyüklerin anlattığı gibi çoraplardan yapılmış topları hatırlamam, ama naylon toplar vardı. Toplar hiçbir zaman olmayan direklerden dőnmezdi, ya gol olurdu ya da aut.

image006
Meşin top

Daçka imtihanlarından önce annem; “kazanırsan size futbol topu alırım” dediğinde gülüp geçmiştik. O kadar parası yoktu ki. Benim yüzyılın sürprizini yapacağım kimsenin aklına gelmemişti.

Nasıl yaptı bilmem, ama o yaz bizim de dışı meşin, içi şişme lastik, memesinden şişirilen, üstten bağlamalı bir futbol topumuz vardı. Kafaya çarpsa bayıltan, beşgen şekilliler icat edilmemişti daha. Mahallenin tek topunun bizde olması avantajı ile her takımda yer alıyorduk.

Gecekondumuz, Topkapı sarayının Marmara’ya bakan arka kısmında, eski bir harabenin yanındaydı. Burayı askerler benzin deposu olarak kullanırdı. Kapısında hep bir nöbetçi olur, biz mahallenin çocuklarını hiç yakınına yaklaştırmazdı. Hiç unutmam, bir gűn meşin topla daha oynamaya bile alışmadan, bir vuruşta top deponun yüksek duvarlarından içeri kaçtı. Duvarlar yüksek, üç adam boyu. Bir ipi arka duvarın yanındaki ceviz ağacına bağlayıp içeri sarktım. Hiç fark etmedim, içerisi çok daha derin, belki beş adam boyu. Topu kurtardık, ama kapıdaki nöbetçiye duyurmadan dışarı çıkmam bir hayli zor oldu. Akşam elimdeki ip izlerini anneme anlatmak hiç de kolay olmadı, hikayeme belli ki inanmamıştı ama dedeme fark ettirmedi.

O zamanlar Metin Oktay’lı, Turgay’lı, Lefter’li, Can Bartu’lu yıllar. Herkes birbirini sever ve saygı duyardı. Futbolun bugünkü gibi bir endüstri olmadığı, çivisinin çıkmadığı yıllar.

 

Böylesine büyük kale ilk kez görüyorum. Bir ucundan öbür ucuna yürüyerek gitmek bile mesele…

Herkes futbola meraklı, Daçka’da Hz II’deyiz; beden öğretmenimiz Sudi hoca ille de bize el topu öğretecek ama biz futbola daha meraklıyız. Futbol ise liseden küçüklere yasak.

Üst taraftan aşağıya 10 derece meyilli futbol sahasındayız. Ne büyük lükstü bizim için o sahaya ayak basmak. Hem sonra kale direkleri bile vardı.

Herkes sahada yerini aldı. Küçükten beri hep forvet oynamışım, her çocuk gibi. Topumuz vardı ya, istediğimiz mevkiyi seçme özgürlüğümüz olurdu:). Okulda öyle olmadı, herkes bir mevki kaptı, kendime yer aradım bulamadım. Kalenin biri boş, kimse oraya geçmemiş. Maçta hiç değilse yer alabilmek hevesi ile kaleye geçtim. Böylesine büyük kale ilk kez görüyorum. Bir ucundan öbür ucuna yürüyerek gitmek bile mesele, hele yüksekliği…

Bir top gelmiş, bir refleks ile uzanıp çıkarmışım. Sanki Turgay (Şeren) kalede…

İşte o gün kaleciliğe ilk adımım oldu. Sonrasında istemesem de kimse başka yerde oynatmadı, kaleye de kimse heveslenmedi. Toprak, çakıl sahalarda ayak, baldır, kol, dirseklerin yara bere olması pek cazip değildi. Anneme, yan taraflarına pamuk diktirdiğim şortlar benim icadımdır.

Çok keyifli yıllardı okuldaki futbol dolu günlerimiz. Öyle ki sabahın 5’lerinde kalkıp maç yapmak bile bir tutkuydu. Üstüne üstlük kendimizi son derece popüler ve önemli hissederdik. Merdiven araları en güzel maçların yapıldığı yerlerdi.

Orta 3’deyiz, her sene yapılan ve sadece Lise sınıflarının katıldığı futbol turnuvasına, biz Orta 3’ü de almaya karar verdiler. İlk maçımız galiba Lise 3 ile. Keşhanenin bulunduğu yerden sahaya girdik, her zaman kaptanımız olan Semih (Barutçu) nedense o gün kaptanlığı bana vermişti. Kaptan olarak maça çıktığım tek maç, 3-2 galip geldik. Bir hayli hırpaladı abilerimiz bizi maç içerisinde. Ama galip gelmenin, tüm okul tarafından desteklenmenin, sahadan etüd salonuna kadar omuzlarda taşınmanın gururu her şeye değerdi. Hatırladıkça beni hala mutlu kılar.

Turnuva devam etmedi o günden sonra, çoluk çocuğu şampiyon yapmanın bir alemi yoktu 🙂

Sanki birşey olmamış gibi ön kapıdan okula girdik. Ayhan hoca güler yüzle bizi karşılıyor. Galiba o gün galip gelmişiz, bir de aferin alıyoruz.
1963-1971 senesini, ben hep efsane kadro olarak hatırlarım. Bizim dönemden aramızdan ayrılan en çok, o efsane kadrodan olmuştur. Erdal Aktuna, Kurultay Gözütok, Kamil Sağlamyürekli, Mehmet (Domo) Yalçıntepe şimdi yoklar artık. Bir gururdur benim için onlarla oynamış olmak. Ne var ki, bu efsane kadro, Lise 3’de futbol sahasının yeni bina yapımı nedeni ile inşaat alanına çevrilmesi yűzűnden son yılların en kötü derecesini almıştır.

Lise 2 olmalı, bir okul maçına gitmişiz, Şeref Stadında. Dönerken, Dolmabahçe stadında, yanılmıyorsam, Galatasaray’ın bir Avrupa kupası maçı var. Okul maçı sonrası hemen hemen tüm takım o maça gidiyoruz. O zaman çoğumuzda, Daçka amatör futbol takımında oynuyoruz diye serbest giriş kartı var. Tabi ki okula dönüşümüz gecikiyor. Sanki bir şey olmamış gibi ön kapıdan okula girdik. Ayhan hoca güler yüzle bizi karşılıyor. Galiba o gün galip gelmişiz, bir de aferin alıyoruz.

Ertesi sabah bir haber alıyoruz. Bütün takım disiplin kuruluna sevk edilmiş. Okula zamanında dönmemek, ve cezası 3 gün uzaklaştırma… Sıra halinde dizilmişiz Nazıma Antel’in karşısına. Herkese tek tek bir şey söylüyor olmalı; bana gelince, “Sen ne arıyorsun burada?” Hepimiz tırsardık ondan, “Takımın kalecisiyim hocam”dan başka bir şey gelmemişti aklıma, güldü geçti sanki. İlk cezamdı, dedeme nasıl izah ederim diye korkuyla eve gittim. İhtiyar kurt ağzını bile açmadı. Okuldan atılmak korkusunu işte ilk o zaman yaşadım.

Disiplin cezası dönüşü günlerden biriydi, psikolojiye Asım Uz hoca gelirdi. Kendine has bir tarzı vardı. Not hususunda pek cömert olduğu söylenemez. O gün sözlü var. Her hoca, not defterini ortadan açtığında orta sıralarda olan benim numarama denk düşerdi. Aynısı oldu; “127 gel bakalım”. Nasıl oldu hatırlamıyorum ama bir Galatasaray muhabbeti oldu, maça gittiğimiz ve disipline çıktığımız filan… “Otur yerine!”… Bütün sene benimle hiç uğraşmadı, yazılılarda ne saçmalarsam saçmalayayım ‘8’den aşağı not almadım. Sözlüye de hiç kaldırmadı. Hasta derecesinde takım tutardı, Galatasaraylı olmanın bir avantajı olmuştu bana.

image020
Soldan üstte :Hüseyin Baltacı, Asım Uz Hoca, Mehmet Tuğran. Altta : Erdal Aktuna, Mehmet Erişkin. 1970.

Okulda maç yapacak bizim ayarımızda sınıf bulamayınca, orta sonlardan itibaren okul dışına açıldık.

Okuldan kaçışım çok azdır. İlkinde, bir Çarşamba top almak için Tayfun Davran ile basketbol salonunun yanındaki duvardan aşağı atlayarak Mahmutpaşa’ya gitmiştik…

Okulda maç yapacak bizim ayarımızda sınıf bulamayınca, orta sonlardan itibaren okul dışına açıldık. O zamanlarda, mahalle takımlarından maç alırdık. Mustafa Demirci’nin mahallesi Bakırköy Zuhuratbaba sahası ile öyle tanıştık. Karşı takımda, sonraları Beşiktaş’ta oynayan Ahmet Börütecene vardı mesela. Sonra İznikli Yusuf Çağala ile İznikspor ile maç almalar, Pendikli Ahmet Borak ile Pendik’te maçlar.

Bu maçların en güzel anısı, okul spor kulübünün tek yetkilisi, formaların bulunduğu odanın anahtarını elinde bulunduran Ali İhsan Güzel’e (70) çaktırmadan formaları alıp ertesi gün yerine koymaktı. Formaların nasıl kirlendiğini anlaması biraz zaman almıştı.

İkinci devre şahane maç çıkardım, ama tabelada 8 gol yazıyordu.

Amatör Kümedeki Darüşşafaka takımında oynamak okulda okuyanlara yasaktı. O zamanlar takımın başkanlığını yapan Naci Akçay diye bir iş adamı ağabey vardı. Maç sonrası harçlıklarımızı ondan alırdık. Yol parası kadardı ama bizim için çok önemliydi, profesyonelliğe giden ilk adımlardı sanki..

Ne var ki bizim efsane kadrodan hiçbirimiz fazla ileriye gidemedi. Bir tek rahmetli Kamil Sağlamyürekli galiba İstanbulspor’da denemeye çıkmış, ama okul filan derken olmamıştı.

Bana ilk transfer teklifi, Alibeyköy Adalet sahasında bir amatör küme maçı sonrası olmuştu. Zeyrek’ti galiba, şampiyonluğa gidiyordu, averaja ihtiyaçları vardı. Devre arası üzerimize gelmeler, tehditler, küfürler… Hepimiz çocuk sayılırız. İkinci devre şahane maç çıkardım, ama tabelada 8 gol yazıyordu. Adalet takımı yöneticileri, böylesine güzel oynayan kaleciye teklif götürdüklerinde, hiç bir anlam verememiştim. Kaçarcasına ayrılmıştık o gün oradan.

İznik gidiş gelişimiz de çok olurdu, Bursaspor yedek kalecisi Daçkalı bir ağabeyimizdi (Atilla)… hani olur muydu bir gün onun gibi profesyonel olmak? Olmadı, spora noktayı o sene koydum.

Kalecilik kariyerimin noktası, Lise 3’de geçirdiğim zatürre hastalığı neticesindeydi. Annem hep söylenirdi; “yağmurda çamurda soğukta oynuyorsunuz, bir gün hasta olacaksın”. Hastanede çalışıyordu, hem de askeri göğüs hastalıkları hastanesi, bildiği vardı elbet. Dediği gibi oldu. Mezun olabildiğim o yaz garip annem, prostat kanseri olan dedem bir yatakta, ben karşı yatakta bize baktı. Üstüne üstlük Topkapı-Çamlıca arası, dört vasıta değiştirerek gidip geldiği işini aksatmadan.

Spor günleri bir başka olurdu Daçka’da. Eski binanın arkasına, Murat Ersin hocamızın öncülüğü ile bir atletizm pisti bile yapmıştık. Alttaki resimlerden birinde orada yüksek atlama yapıyorum.
O dönemler ortaokul, liseler arası yarışmalara katılırdık. Bir keresinde yüksek atlama veya üç adımda, katılan altı kişi içinde, İstanbul dördüncüsü veya beşincisi olmuştum. Dolmabahçe stadında yapılan bu yarışmalar güzel bir heyecandı.

Kahraman, ben ve bir iki kişi daha tuvaletler için bok çukuru kazmaya hep gönüllü olurduk.

Daçka’da ders çalışmak haricinde, futboldan başka zevkle yapılacak çok şey vardı hatırladığım.

İzcilik mesela, her sene önce Selimpaşa, sonrası Abant kamplarındaki anıları anlatmak bile başlı başına bir kitap olur… Mesela Selimpaşa kampında yaptığımız İzci Olimpiyatlarında, peşpeşe benden küçük ve büyük 3 veya 4 kişiyi güreşte yenip birinci olmuştum (Talha abimin kulakları çınlasın). Aslında hiç de öyle iri yarı ve kuvvetli yapım olmamıştır. Ama çok güzel bir anıdır benim için o günler. Selimpaşa’nın o güzelim kumları, yanımızdaki Beden Terbiyesi kampı, oraya gelen Lefter’in bizimle fareyle oynar gibi top oynaması. Öylesine severdik ki kamp zamanlarını, Kahraman (Uluocak-Türel), ben ve bir iki kişi daha tuvaletler için bok çukuru kazmaya hep gönüllü olurduk. Sırf birkaç gün önce gidelim, birkaç gün sonra çıkalım diye.

 

 

Daçka bitmiş, üniversite imtihanlarına hastalık nedeni ile önem verememiş, bir sonraki seneyi bekliyorum.

Charles Dickens ve okuduğumuz diğer ders kitaplarından olsa gerek İngiltere’ye hep merak duyardım. Ama çok azımızın imkanı vardı yurt dışında okumaya. Yurt dışına ilk çıkanımız Lise 2’de AFS bursu ile bir seneliğine ABD’ye giden rahmetli Nurullah Besceli olmuştur. Çok görüşürdük onunla, okul sonraları bile. Biz Sarayburnu’nda, onlar Çemberlitaş’ta otururlardı.

Planlar yapardık otobüs duraklarında. O, bir gün çıktı gitti. Sonrası İbrahim Ata ve rahmetli Erdal Aktuna da Almanya’ya gittiler.

Seneler sonrası, Kaliforniya taraflarında bir trafik kazasında kaybettiğimiz Salih Vahaplar’ın da Daçka bitmeden ABD’ye gittiğini öğrendik.

Daçka bitmiş, üniversite imtihanlarına hastalık nedeni ile önem verememiş, bir sonraki seneyi bekliyorum. Robert College Boğaziçi Üniversitesi olmuş, bizden her isteyenin rahatça kabul edildiği bir okul ama paralı olacak söylentileri duyuyoruz.

Ben ise 250 lirayı birleştirip Sirkeci’den tren ile Münih’e gidiyorum. Hiçbir plan yok, sadece birkaç senedir Münih’te çalışan bir dayım var. Dayım BMW’de çalışırdı, bir tavan arasında oturuyor,  “Sana bakacak gücüm yok yeğenim” gibisinden bir şeyler deyince ertesi gün otostop ile Cenevre’deki Nurullah’ın yanına yola çıkıyorum.

20. yaş günümü hiç unutmam. 1972 senesi, 12 Ağustos, ben bir otoban kenarında, otostop yapan hippi kılıklı gençlerle parkama sarılmış uyumaya çalışıyorum. Bir yandan da söyleniyorum.

Münih’e  dönüşümde, 800 km öteden, İbrahim Ata ve Erdal Aktuna gelip beni alıyorlar. Bir seneye yakın İbrahim ile kalıyorum. O sene bana yaptıklarının hakkını hiç bir zaman ödeyemem. Orada sigaraya başlıyorum. Almanca kurs, okul filan bulalım derken bakıyorum iş uzayacak, dönüyorum İstanbul’a. En çok annem seviniyor.

 

İstatistik profesörümün tavsiye ettiği okula tavsiye mektuplarını alıp gidiyorum London School of Economics kapısına.

İTİA, Sultanahmet’teyim… Marmara Üniversitesi olmamış daha. Sarayburnu ve Sultanahmet’te büyümeme rağmen hiç bilmediğim bir okul. Tarihi binası yanmadan, vıcık vıcık politize olmadan bir çırpıda mezun olarak sıyırıyorum kendimi. Sonraları zor yıllardı..

Son senemizdi, istatistik sınavı; zor bir ders olduğunu söylüyorlar.. Benden bir sene önce oraya başlayan  Sinan Bilgin (70) ve Bülent Aytan’ın (70) ders notları ile bana katkısı çok fazla. Okula bile devam etme derdim yok. Çalışıyorum; Kapalıçarşı’da, ilk kurulduğunda Sheraton’da, Turing otomobil kurumunda…  Notlar ve imtihanlar öncesi birkaç hafta yetiyor.

İstatistikten pekiyi almıştım, 400 kişiden belki 3-5 kişi var pekiyi alan. Profesör merak etmiş beni, çağırttı. Hayat hikayemden sonra; “Kal, asistanım ol” filan muhabbeti. Ben de, “Hocam yurt dışına gitmek istiyorum,” diyorum. “Peki o zaman” dedi, “Londra’ya gidersen şu bir iki profesör arkadaşımı gör, sana yardım ederler.” Londra aklımda yok, gidebilecek durumda da değilim ama üniversitede tanıştığım bir arkadaşın, o zamanlar Türkiye’de tedavisi olmayan bir kemik hastalığı tedavisi nedeni ile kendimi Londra’da buldum. Bodrum’da ünlü bir doktor olan amcasından aldığımız üç beş kuruş bitince, ne yapalım diye iş aramaya başladık. Onun çalışabilecek durumu yok ama benim bir iş bulmam gerekiyor. İngiltere’de kalabilmek için gerekli bir neden lazım. Tekrar talebelik ve aklıma gelen master yapmak…

İstatistik profesörümün tavsiye ettiği okula tavsiye mektuplarını alıp gidiyorum London School of Economics kapısına. Kabul ediyorlar iyi mi? Bir iki ufak (!) şartları var. Birincisi ekstradan bir sene daha matematik okumam ve o sene burs veremeyecekleri için bulmam gereken bir 15 bin sterlincik. Olmadı tabii…

Tekrar iş aramaya devam… Günlerden bir Cuma, barda çalışan bir Türk arkadaş varmış ona gidiyoruz, “tabii, gel Pazartesi başla” dedi. Çok sevindim. Yürürken bir Kıbrıslının dönercisine uğruyoruz. İş aradığımdan bahsediyorum. “Gir içeri başla yeğenim,” demez mi. Para yok, ne olursa olsun bir işe iki gün evvel başlama mecburiyeti Londra’daki hayatımı değiştiriyor, tercihim dönercilik. London School of Economics rafa kalkıyor, diğer master planları da. Orada burada derken Camden Town’da bir döner büfesinin sahibi olarak buluyorum kendimi.

Tam yedi sene dönercilik yaptım, dönerin nasıl yapıldığını bile bilmeden girdiğim o Kıbrıslının dükkanından sonra.

image046

 

Hayatıma hep Daçka ve Daçkalılar yön vermiştir.

Yurt dışına çıkışım Daçka’da aldığımız eğitim ve İngilizcenin bize verdiği kendine güven sayesindeydi.

Bir an için Lise 2’ye dönelim; o zamanlar moda olduğu şekilde mektup arkadaşlarımız vardı. Facebook kavramının bile düşünülmediği senelerdi. Steve Jobs ve Bill Gates 13-14 yaşlarında, Mark Zucherberg’in doğmasına daha bir 15 sene var.

İrlanda, Almanya, nerede bulursak, dergilere verdiğimiz ufak ilanlara gelen mektupların o güzelim kokulu zarfları, hiç alışmadığımız yazı tarzları, pulların albenisi inanılmayacak derecede güzeldi.

Abim pul, kartpostal, gazete kupürleri vs.  meraklısıydı… hala da öyledir. Hatta her türlü koleksiyonluk  kağıt konusunda işi hepten büyütmüştür; meraklısı fotokart.com dan bulabilir.

O günlerde SES dergisine verdiğimiz üç satırlık ilana New York’tan bir cevap gelir, “al buna sen yaz”.

Küçükken ailesi ile New York’a göç eden Karaçaylı bir ailenin kızı, Türkçesini unutmamak ister, Türkçe dergi, magazin değiş tokuş filan. Başlarız yazışmaya, Lise 3’de mektupçu başı olmak için Zuhal Hanım’a gitmemin altında, gelen mektupları ilk almak sevdası yatar. Bir süre yazıştık Diane ile, sonra konuştuk telefonlarda, ben Sheraton’da iken, Almanya’da iken… Sonra birbirimizi kaybettik. 1971 yazı Türkiye’ye gelirler ailece, ben Abant kampındayım. Tanışamayız. O gün vermek üzere aldığı hediye ‘cross pen’ seneler sonra beni bulur.

Ben dünyayı fethetmeye devam ederken kendimi Londra’da buluyorum, ona ne olduğunu da bilmiyorum, unutmuştum.

Dönerciliğe talim, bir gün Mustafa Karaçar kalkar gelir dükkana. İstanbul havalimanı kuledeki işinden sıkılmış, bir pass bilet ile ABD’ye gitmeye karar vermiştir. Bir süre kalır Londra’da, sonra gider New York’a.

Sene 1982, 4 aylık askerlik çıkmıştır; paralı da değil o zamanlar, amaç bekleyen fazlalığı eritmek. Artık hayata yön verme zamanı.. Kalkar giderim askere. Yedi sene sonrası ilk kez dönüyorum Türkiye’ye, haftası Tokat’dayım! Tam bir şok! Ama berberde rastladığım Ziya Balkan ve nizamiye kapısından girerken birbirimizi görüp sarmaş dolaş olduğum Recep Altay (73) ile beraber o dört ay çabucak geçer.

 

En son sporculuğum oradadır. Sıkıntıdan kendimizi koşmaya verdik. Kısa bir süre sonra hepimiz tığ gibi olmuşuz, dağlara taşlara koşarak inip çıkmak bile çocuk oyuncağı.

 

image049
Yusuf Çağla, Arda Dinçol, M Erişkin, Semih Barutçu, Mustafa Demirci, Tayfun, Domo. Beyoğlu’nda bir ocakbaşı olabilir, Londra yıllarımda İstanbul’a geliş vesilesiyle olabilir.

10 sene sonra tekrar başlar bizim arkadaşlığımız Davuta ile, eski mektup arkadaşım Diane ile.

Askerlik sonrası tekrar Londra, artık kesin dönmeye karar vermişim, büfeyi satacağım, hazırlık yapıyorum. Beni aramışlar bir gün, New York’tan. Geri arıyorum, Diane açıyor.

Mustafa Karaçar; New York’a geliyor, o iş bu iş derken kışın kar temizleme, yazın bahçe düzenleme işlerinde. Long Island’da bir Türk’ün bahçesindeler. Güler abla ve arkadaşı Davuta.

Davuta Karaçay Türklerinden, seneler öncesi ailesi ile gitmişler ABD’ye. Hoş beş sohbet derken konu nasılsa Daçka’ya gelir. Davuta sorar, “Benim bir arkadaşım vardı orada, ama belki tanımazsın.” “Kim? Biz hepimiz birbirimizi tanırız,” der Mustafa. “Mehmet Erişkin…” “Hadi ya! Mehmet abi, Londra’da”

10 sene sonra tekrar başlar bizim arkadaşlığımız Davuta ile, eski mektup arkadaşım Diane ile.  Şubat ayında Londra’ya gelir, ilk kez birbirimizi görürüz, ‘cross pen’ sahibini bulur! Mektuplarda yeteri kadar tanımışız birbirimizi. Nisan ayında tekrar geldiğinde nişanlanmaya karar verdik. 1984 Temmuz ayı New York’a ve yeni dünyaya ilk gelişim, ailesiyle tanışmam.

 

image052
2011 Senesinde Ziraat NY Şubesi olarak JP Morgan 5 mil yarışına katıldık. Formalı olduğuma bakmayın, fotoğrafçıyım.

Daçka ABD’de de hep benimle oldu. 1992 senesinde işe başladığım Ziraat New York şubesinde, o zamanın Genel Müdürü Coşkun Ulusoy ağabey örnek olmuştur bana, o sene Şube Müdürü ise Taner Köseler (73).

23 sene sonra, artık emekli olmama 2 sene var, Şube Müdürümüz gene bir Daçkalı; Rıfat Çağlayan (89).

Hayatım tesadüflerle dolu, ama her karesinde muhakkak bir Daçkalı olmuştur.

 

Çocuklarımızın ve eşlerimizin bir türlü çözemediği böylesine tutkulu dostluk, arkadaşlık, kardeşliktir bu…

image053
Senelerden 1990 veya 1991 olmalı, bu ilanla başladı ABD’de beraberliklerimiz.

1990 seneleri, Ender Çıtak ve Haluk Semiz’in düşünce babalığı yaptığı Darüşşafaka USA, Davut abinin de o seneler buralarda olmasıyla başlar. Bir kaç kişinin adresine ulaşmakla başlayan serüven bugün 60’ın üzerinde Daçkalı ağabey ve kardeşimizle beraber olmamızın bir başlangıcıydı. Fazla bir şey yapamasak da, en azından her sene aramızdan birinin düzenlemesi ile bir araya gelmeye çalışır, içimizdeki Daçka sevdasını devam ettiririz. Çocuklarımızın ve eşlerimizin bir türlü çözemediği böylesine tutkulu dostluk, arkadaşlık, kardeşliktir bu, inadına devam eden…

Sanırım “…yurdun her köşesine, dağılırız hep sevinçle…” diye devam eden marşımızda bir değişiklik yapmak gerekecek “dünyanın her köşesine” diye…

 

image119

Hayatımızda iyi ki olmuşsun Daçka!

*Giriş yazısı için Mustafa U. Demirci’ye teşekkür ederiz

ök/fa/kk kasım 2015

1 YORUM

  1. Ozellikle beni okyanusun obur tarafinda bulan, yazdigim devrik cumleleri anlamaya calisan, kardesim Oktem’e,
    Yaziyi duzenleyen Fethi, Kutsal ve arka plandaki tum kardeslerime tesekkur borcluyum..
    Kapak fotografini ceken eski milli bisikletci bacanagim Ferhun Ogunc,
    Kapak yazisini yazan can kardesim Mustafa Demirci,
    Istanbul-Londra ve ABD’de hep benimle olan tum Dacka’lilar,
    ailelerimiz, esim, kizim…
    Kizim ve yabanci dostlarim daha iyi anlasin diye bu yaziyi tercume edecek Kahraman Uluocak☺
    abilerim, kardeslerim,
    hepiniz cok ozelsiniz benim icin, iyiki varsiniz, iyiki var oldunuz,
    Tesekkurler Darussafaka…

Comments are closed.