Geçmişin yıldızlarını, emektarlarını keşfetmek ne kadar keyifliyse yeni nesil Daçkalıları tanımak da bir o kadar heyecan verici. Çağıl çarpıcı bir kişilik. Cıva gibi bir beyin, nezaket, sporcu atletizmi ve efendiliğin müthiş beraberliği… Satranç, voleybol, futbol, futsal, amerikan futbolu… yaptığı sporlar. Şimdiden spor yöneticiliğine aday… Diğer yandan Üniversite’de çalışmalarını büyük başarıyla sürdürüyor. Daçka’nın her alanına ilgili… Onu, çalışmalarımıza ilgisi ve uzattığı el sayesinde tanıdım. Ve böyle bir kişiliğin yetişiyor olmasından okul, eğitim, ülke, dünya adına mutlu oldum. Hikayesini birlikte dinleyelim.
Neyse ki sonradan açıldım da Darüşşafaka sınavını kazanabildim
Bu portrenin başlangıç tarihi Mayıs, 1992’ye denk geliyor. Asker bir babanın iki erkek çocuğundan küçük olanıyım. Tabi doksanlı yıllar ülkenin çalkantılı yılları… Askerler bir oraya bir buraya tayin edilirken bizim payımıza düşen de kısa aralıklarla tekrarlı doğu görevi oluyormuş. Babam görev yaptığı yerleri aile yaşantısı için güvenli bulmamış olacak ki, doğumum yaklaşınca annemi memleketimiz Tekirdağ’a yollamış ve maalesef doğumuma yetişememiş. Günün koşulları gereği zor şartlar altında yapılan telefon trafiğinde, ismini bana hediye olarak bırakmış. Annem tek başına Mustafa ismini kabul etmeyince nüfusa yazdırılmamışım ve babam 2 ay sonra görevden dönüp fikir birliğine varılınca tam ismime kavuşmuşum.
Mübadele zamanında anne tarafım Bosna’dan, baba tarafım ise Yunanistan (Langaza)’dan Hayrabolu’ya göç etmişler. Babam 1998 yılında vefat edince adliyede memur olan annem, akrabalarımızın yanında büyüyelim diye memlekete kesin dönüş yapmış. Bu yüzden okul hayatıma da Tekirdağ’da başladım. Darüşşafaka’da okumaya hak kazanmadan önce Süleyman Paşa İlköğretim Okulu’nda eğitim gördüm. İlk yıllarda okula giderken oldukça korktuğumu hatırlıyorum. Öyle ki sınıfta okumayı en son söken öğrencilerden biriydim. Neredeyse Haziran’ı bulmuştu… Neyse ki sonradan açıldım da Darüşşafaka sınavını kazanabildim 🙂 Buraya kadar olan kısımda çalkantılı dönemler hâkim olsa da, bundan sonrası Darüşşafaka’nın değiştirdiği, siyahtan yeşile olan binlerce yolculuktan sadece bir tanesi. Bu yüzden Daçka’da geçirdiğim yılları hep gülümseyerek hatırlıyorum. Nitekim 2010 Haziranı’nda okul üçüncüsü olarak bu yolun sonuna gelerek yeni bir hayata başladım.
şimdi ikimiz de kendi yolumuzda yürümeye başlıyoruz ve arkamıza dönmüyoruz
Aslında ilk güne çoğu öğrenci gibi ben de ağlayarak başlamıştım. Annemle yeni kampüste bulunan nostalji köprüsünün önünde ayrıldığımızı hatırlıyorum. Bana “şimdi ikimiz de kendi yolumuzda yürümeye başlıyoruz ve arkamıza dönmüyoruz.” demişti. Ben de Darüşşafaka’nın bana açtığı o yolda hep ileri yürümeye çalıştım, yaşım itibariyle de daha gidilecek çok yol var…
İlkokul 4. ve 5. sınıfta Aliye Hoca (Yörücü) bizimle ilgileniyordu. Kendisi çok vizyoner ve yenilikçi bir öğretmendi. Bizi sürekli geliştirmeye çalışan bir yapıya sahipti. Örneğin özel okulların düzenlediği birçok fen projesi yarışmasında, kendi yaş grubumuzda sınıfça ödüller kazanırdık. En çok ilgi çeken projelerimiz Darüşşafaka’nın yeşillendirilmesi ve tabi ki ipek böcekleri üzerine olanlardı. Benim görevim ise ipek böceklerinin hangi zaman aralığında tuvalete çıktığını tespit etmekti 🙂 Bununla yetinmez zaman zaman ders ortasında bizi dışarı çıkarır, doğayı dinlememizi isterdi. Çevre ve canlı sevgisi, sürdürülebilirlik, yenilebilir enerji daha o yaşlarda bize aşılamaya çalıştığı kavramlardı. Şimdi bakıyorum da o sınıftan Tıp okuyanların yanı sıra Diş hekimliği, Moleküler Biyoloji ve Kimya Mühendisliği mezunları çıkmış. Kim bu sürecin birbirinden bağımsız olduğunu iddia edebilir ki?
kendi yaş kategorilerinde milli olan rakiplerine karşı başa baş mücadele ediyorlardı.
Ayrıca sınıf içerisinde verdiği alıştırmaları önce bitirenleri satranç oynama hakkı ile ödüllendiriyordu. Dört masanın dördünün de bizim sınıftan oluştuğu okul takımındaki maceram da yine Aliye Hoca sayesinde olmuştu. 5. sınıftan itibaren lise sona kadar birçok saygın özel turnuvaya katıldık. Şanssızlığımız, okulun satranca olan ilgisinin azaldığı bir döneme denk gelmiş olmamızdı. Maalesef bizi geliştirecek bir eğitmenimiz olmadan turnuvalara katılıyorduk. Bu tabloya rağmen birbirimizin hocası olarak, kendi kendimize öğrendiğimiz bu zorlu sporda hepimiz bireysel olarak bazı madalyalar elde ettik. Ancak iki üç kere çok yaklaşmamıza rağmen hiçbir zaman takımca kupa kaldıramadık. Mezun olurken Darüşşafaka’da yarım bıraktığım işlerden birinin hep bu olduğunu düşünmüşümdür. Eyüboğlu Turnuvası’nda, Kültür Koleji’ne karşı birinci masa olarak başladığım satranç hayatıma madalya sevdalısı bazı ‘çakal’ oyuncuların yaptığı gibi üçüncü masa olarak devam ettim. Ancak doğruyu söylemek gerekirse yerimi bulmuştum ve kendimi orada daha rahat hissediyordum. Takımın diğer oyuncuları ise Taha Aktaş, Mustafa Çelik, Umut Çelik ve kızlardan da Nazlıcan Alkan şeklindeydi. Özellikle Mustafa ve Taha ilk masalarda oynamaya alıştıkça çok farklı seviyelere çıkmışlardı. Keşke o zamanlar bu takıma daha fazla imkân verilseydi de bu arkadaşlar milli oyuncu sıfatıyla Darüşşafaka’yı temsil etselerdi. Çünkü birden fazla özel hocası bulunan, kendi yaş kategorilerinde milli olan rakiplerine karşı başa baş mücadele ediyorlardı.
Ufak yaşlardan beri aynı rakiplerle oynadığımız için sosyal ve ekonomik farklılıkları gözlemlediğimiz ilk yerdi
Üçüncü masalar ise daha farklı bir seviyedeydi. Ben de bunu avantaja çevirip takımımıza ilk bireysel madalyayı getiren kişi olmuştum. İstanbul Erkek Lisesi’nin ilkokulunda sahneye çıkarken heyecandan yürüyemiyordum. O başarıya ve eşiği atlamaya o kadar açtık ki dönüş yolunda serviste madalyanın ipini koparmıştık. Axa Oyak Satranç Şöleni, Şişli Terakki Satranç Turnuvası, Eyüboğlu Satranç Turnuvası, Çevre Koleji Satranç Turnuvası ve 9. Uluslararası İstanbul Lisesi Takım Satranç Turnuvası gibi birçok özel turnuvada hep en iyi başaltı takımlarından biri olduk. İmkânlar nedeniyle hiçbir zaman takım olarak podyuma çıkamasak da en güçlü takımlardan bile puanlar alan bir ekiptik. Hem lise sırasında hem de üniversite hayatımda birçok farklı spor dalıyla amatör olarak ilgilenmeme rağmen cuma günü öğleden sonrayı içine alarak, tüm hafta sonunu kaplayan satranç turnuvalarının yeri, hep ayrı bir köşede duracaktır. Açıkçası satranç, uzun bir süre Darüşşafaka’dan çıkıp dış dünya ile iletişim kurduğumuz ender platformlardandı. Ufak yaşlardan beri aynı rakiplerle oynadığımız için sosyal ve ekonomik farklılıkları gözlemlediğimiz ilk yerdi. Her ne kadar imkânsızlıklardan bahsetsem de Darüşşafaka sayesinde o ortamın bir parçasıydık ve Darüşşafaka olmasa o fırsatı bile bulamayabilirdik.
benim için de ailemden ayrı kalmayı katlanılır hale getirilen yer uçsuz bucaksız gözüken yeşil sahaydı
Okul hayatım boyunca satrancın yanı sıra başka sporlarla da ilgilendim. Tabi ki bunların en öne çıkanı futboldu. Onun başlangıç hikâyesi ise her çocuk gibi sokak aralarına dayanır. Tekirdağ’da mahalle kültürünün hâkim olduğu bir ortamda büyüdüm. Böyle yerlerde sadece futbol değil, sokak oyunlarının hepsi size sevgi ve arkadaşlık kazandırır. Açıkçası yaşımın da etkisiyle başlarda bu işlerde çok başarılı değildim. Kovalamacada ilk yakalanan, saklambaçta ilk sobelenen veya yedi kiremitte ilk vurulan olmak benim için olağan şeylerdi. Yani kısacası oyunlarda ‘fasülye’ diye tabir edilen etkisiz elemanı canlandırıyordum. Nasıl olduysa birden hızım artmaya başladı ve tüm bu oyunlardaki rolüm değişti. Darüşşafaka’ya gelirken ise artık sokak arasında geliştirdiğim meziyetlerime güveniyordum. 4. sınıfta sadece sınıf takımıyla da sınırlı kalsam, 5. sınıfta okul takımlarında yer almaya başladım. Hatta kaptanlık serüvenim de orada başladı. İlk forma numaram 2, ilk bölgem ise sağ bekti. Yeni kampüste okumaya başlayan birçok erkek çocuk gibi benim için de ailemden ayrı kalmayı katlanılır hale getirilen yer uçsuz bucaksız gözüken yeşil sahaydı. Önce izleyici olarak müdavimi oldum. Yaşımız gereği ilk senelerde orada oynayacak fazla vaktimiz olmazdı. Nerdeyse her Çarşamba lise takımının maçları olurdu ve onları büyük bir hayranlıkla izlerdim. 129’dan Bahtiyar Abi, Seyit Abi, Erkan Abi, Can Abi ve daha niceleri… Hepsi birer kahramandı gözümde. İçimde büyük bir endişe ve merak vardı. Acaba ben o yaşlara gelince o sahada yeşil-siyah formayı giymeye layık olacak mıydım? Neyse ki şans hep benim yanımda oldu ve lise son sınıftayken kaptanlık yapma gururuna da eriştim. Ortaokuldayken devlet okullarının doğum tarihi geç girilmiş oyuncular oynatması sebebiyle genelde rakiplerimize karşı fiziksel dezavantaj yaşıyorduk. O yıllara ait anılarım pek parlak değil. Ancak özellikle lise yıllarıyla beraber gelişimimiz tamamladıktan sonra daha rekabetçi bir takım olmuştuk. Düzenli olarak katıldığımız ‘Dostluk Ligi’nde her sene şampiyonluk savaşı verip 2009 senesinde mutlu sona da ulaşmıştık. Bu sürede tabi ki öne çıkan maçlar da oldu.
Daha sonra her sene Davutpaşa ile karşılaşmak için gün saydım ama yollarımız yeniden kesişmedi.
Antrenörümüz Erdem Yağız yönetiminde, birçok farklı turnuvaya katıldık. Kendisi bitmek bilmeyen enerjisi ile hem lise futbol takımıyla hem de erkek voleybol takımıyla ilgileniyordu. Gözlemlediğim kadarıyla şimdilerde de aynı durum biraz daha gelişerek devam ediyor. Hatta okul yönetiminin uygulamaya çalıştığı “herkes en az bir spor dalı ile ilgilenecek’’ ilkesi, “herkes en az bir kere Erdem Hoca’nın ekiplerinde görev alacak’’ şeklinde hayat buluyor. Lise yıllarında bizim kurnaz ve yaramaz takımımızı dizginlemek de çoğu zaman Erdem Hoca’ya düşüyordu. Oysa o bizim dilimizden anlıyordu ve paralomız son derece basitti: Sonunda yemek temalı bir ödül varsa, Daçkalının performansı iki katına çıkar… Ayazağa Okulları’nın 2007 yılında düzenlediği ‘100 Yıllık Okullar Spor Şöleni’ böyle bir anımı taşıyor. Yine baklava, ‘’guzu’’ çevirme ya da başka bir yemek ödülü ile motive edildikten sonra artık maçlara hazırdık. Turnuva yapısı daha çok Futsalı andırıyordu. 5’er kişilik ekiplerden oluşan takımlar, beton bir zeminde oynuyordu. Yarı finale gelene kadar her maçta rakiplerimizi farklı mağlup etmiştik. Bize yardımcı olması için Işık Lisesi tarafından görevlendirilen arkadaş, maç öncesi “Beyler bu sefer rakip çok zor” dedikten sonra, her maç alınan farklı galibiyet sonrası “Bu mu bizi denk gördüğün takımlar?” diyorduk. Galatasaray’ı, Robert Kolej’i, Haydarpaşa Lisesi’ni ve Ermeni Lisesi’ni geçerek yarı finale ulaşmıştık ve rakibimiz Davutpaşa Lisesi olmuştu. Heyecanla bizi finale taşıyacak maçı bekliyorduk. Işık Lisesi’nden görevli arkadaş maç öncesi yine yanımıza gelerek “Beyler bu sefer rakibiniz gerçekten çok zor” dedi. Biz yine totem yapmaya devam ediyor sandık ve fikstürü görene kadar pek ciddiye de almadık…
Keşke o fikstürü hiç görmeseydik. Evet, biz herkesi 3-5 farklı geçip rahat bir şekilde yarı finale ulaşmıştık ama onların aldığı sonuçlar hentbol maçı gibiydi. 16-1, 17-0, 14-3 gibi skorlarla karşımıza çıkıyorlardı. İşte o an, hikâyenin arka planını öğrendik. Meğerse rakibimiz Galatasaray Spor Kulübü’nün oyuncularını yazdırdığı liselerden biriymiş ve birçok altyapı oyuncusu barındırıyormuş. Zaten ısınma esnasında bu oldukça belli oluyordu. Hepsi en son çıkan ayakkabıların yanı sıra Galatasaray eşofmanlarını kullanıyordu. Sanki sahanın bir yarısında Brezilya, diğerinde San Marino vardı. Maç başlarken açıkçası biraz tedirgindik. Kalecimizle beraber 9. sınıflardan oyuna başlayan iki kişiden biriydim ve biraz heyecanlıydım. En ufak bir hatamızda top cambazlığıyla bizi küçük düşürebilecek bir rakibimiz vardı. Ancak Bahadır Abi’nin golü ile güvenimiz yerine geldi. Uzun bir süre de önde götürdük maçı. Ancak hakem taraftar desteğini de arkasına alan, son iki senenin şampiyonunun elenmesine izin vermedi. Her ne kadar şu anki spor anlayışımda hakemlere sorumluluk yüklememeye çalışsam da o gün iki tane basit penaltı çalan hakem maçı son dakikalarda bizden alıp onlara vermişti 🙂 Yine de o maçın bendeki yeri çok ayrıdır. Daha sonra her sene Davutpaşa ile karşılaşmak için gün saydım ama yollarımız yeniden kesişmedi.
Sonradan fark ettik ki, meğer Sarıyer İlçesi’nde kimse voleybol oynamayı bilmiyormuş
Lise sondayken şampiyonluk yarışı verdiğimiz Koç Lisesi maçı da acı bir anımı içerir. Belki de hayatımın en güzel golünü kaçırdığım maçtır. İlk yarıyı 3-0 geride kapatmıştık ve bir şeyler yapmamız gerekiyordu. İkinci yarıda işler fena da gitmedi. Son beş dakikaya girerken skoru 3-2 yapmıştık. İşte o anlarda yine hafızıma kazınan bir olay gerçekleşti. Rakip korner kullanıyordu ve neredeyse ileriye kimseyi yollamamıştı. Kullanılan korneri çıkıp alan kalecimiz topu benim önüme bıraktı ve ceza sahası önünden topu sürmeye başladım. Koç Lisesi’nin gerçek ölçülere sahip kum sahasında oynuyorduk. Doğaçlama bir şekilde 5-6 kişiyi geçerek kendimi kaleci ile karşı karşıya bulmuştum. O doksan metreyi koşarken yaşadığım özgürlük hissi, bu sporu neden bu kadar sevdiğimi her zaman bana hatırlatır. Son dokunuşu yaparken ayağımın kuma çakılması ise bir o kadar büyük hayal kırıklığıydı… Dönen top gol oldu ve maçı 4-2 kaybettik. O şut gol olmuş olsa, maç beraber bitecek ve biz ikili averaj sayesinde bir önceki seneki şampiyonluk unvanımızı koruyacaktık.
Daçka’da her boş vaktimizde futbol oynuyorduk. Okul çıkışında halı sahada, etüt öncesi yatakhane içinde ve akşam yatmadan yatakhane önünde… Her bulduğumuz alanı, iki kale arasına sıkıştırıp değerlendiriyorduk. Fenciler ile Eşit Ağırlıkçılar arasında yaptığımız tansiyonu yüksek maçları, sınıf turnuvalarını, okul takımı ile gidilen ilçe maçlarını unutamam. Genelde beden derslerinde dolu da yağsa, kar da yağsa futbol oynardık. Ne olduysa 11. Sınıfta oldu ve belki de kızları da olaya dâhil etmek için kış aylarında ilk defa voleybol oynamaya başladık. Salon sporlarına geçişi bu yolla yapmıştık. Voleybol aşkımız öyle bir noktaya gelmişti ki bahar ayları yaklaşmasına rağmen hala futbol kimsenin aklına gelmiyordu. Nitekim dönem arkadaşım Arda Fırat’ın kaptanlığında uzun bir süredir kapalı olan Lise Erkek Voleybol Takımı’nı yeniden faaliyete geçirdik. İlk iş olarak da ilçe turnuvasına katıldık. Başlarda sadece eğlenmek için gittiğimiz maçlar arka arkaya gelen galibiyetlerle beraber yerini ciddiyete bıraktı. Sonradan fark ettik ki, meğer Sarıyer İlçesi’nde kimse voleybol oynamayı bilmiyormuş 🙂 İki aylık takımımızla finale kadar yükseldik ve şampiyonayı ilçe ikincisi olarak tamamladık.
hakkımı futbola olan tutkum nedeniyle Brezilya’dan yana kullandım
Bunun haricinde okulumuzda hocalık yaparken eş zamanlı olarak Beşiktaş’ın A Takım antrenörlüğünü yürüten Müfit Arın’ın Türkiye Şampiyonalarına katılan Hentbol ekibine, Daçka hayatım boyunca hep imrenerek baktım. Spor konusunda kendimi en gergin ve rahatsız hissettiğim yer kesinlikle hentbol sahasıydı. O yüzden çok uzun soluklu bir maceram olmadı.
Lise sonrası Türk Kültür Vakfı-AFS aracılığı ile elde ettiğim bir sene değişim öğrencisi olma hakkımı futbola olan tutkum nedeniyle Brezilya’dan yana kullandım. Orada spor kültürüne dair birçok farklı şey öğrendim. Tabi ki devlet desteği ve altyapı gibi koşullar ülkelerin sportif başarılarını etkiliyor ancak bu konuda Türkiye’nin çok da önünde olmayan Güney Amerika ülkeleri çok başka bir tutkuya sahip. Spor, gerçekten kültürlerinin yoğun bir parçası… Müzikleri, dansları ve günlük aktiviteleri sporla paralel ilerliyor. Brezilya’da yaşarken futsal ile tanıştım ve birçok özel turnuvayı katıldım. Sahada da hayatta olduğu gibi mücadeleci bir karaktere sahibim. Son düdük çalmadan gerçekten her şey mümkün olabiliyor. Çoğumuzun hayalleri de aslında o imkânsızı kovaladığımız anlardaki kararlılığımız sayesinde gerçekleşmedi mi? İşte bu yüzden oradaki lakabım Guerreiro (savaşçı) olarak kalmıştı. Dünyanın en iyi futbolcularının yetiştiği ülkede yaşamak ve o halkla beraber futbol oynayıp üstelik bir yıl içerisinde iki turnuvada şampiyonluk kazanmak gülümseyerek hatırladığım anılarımdan… Brezilya’da geçen bir sene hem hayata, hem de spora olan bakışımı tamamen değiştirdi ve daha sonra bana birçok farklı fırsat getirecek olan Portekizceyi öğrenerek geri döndüm.
Beslenmenin, uykunun ve bilinçli çalışmanın önemini Amerikan Futbolu sayesinde öğrendim.
Üniversite hayatımda da spordan kopamadım. Brezilya maceramdan, başka zevkleri de tatmak uğruna 82 kg gidip 95 kg olarak geri dönmüştüm 🙂 Hazırlık sınıfındaki arkadaşım Onur Doğan’ın etkisiyle, başlarda sadece iyi antrenman yapıp kilo vermek için Amerikan Futboluna başladım. Tek amacım futbol seçmelerine kadar kondisyonumu toparlayabilmekti. Ancak Amerikan Futbolu spor konusunda bana ikinci değişimi yaşattı. Beslenmenin, uykunun ve bilinçli çalışmanın önemini Amerikan Futbolu sayesinde öğrendim. Türkiye’de şu sıralar her ne kadar tabana yayılmasa da ciddi bir Amerikan Futbolu organizasyonu var. Üniversite ve Profesyonel Lig olmak üzere iki farklı kategori mevcut ve bu kategorilerin alt ligleri de bulunmakta. İTÜ de bu ligin en eski oluşumlarından birisine sahip. Benim, başlarda tamamen futbola hazırlık gözüyle baktığım bu süreci daha ciddiye almamın sebebi, futbol geçmişim sayesinde 150 kişi arasından seçilerek ekipman verilen ilk yeni oyuncu olmamdı.
Umarım bu sene Darüşşafaka’da yapamadığımızı yapacağız ve son seneyi şampiyonlukla bitireceğiz
İki yıl boyunca aralıklı da olsa Amerikan Futbolu’na devam ettim. ‘Kicker’ ve ‘Corner Back’ pozisyonları ağırlıklı olmak üzere birkaç farklı mevkide görev aldım. Ancak bir Antalya deplasmanında geçirdiğim sakatlık sonucu, üniversite spor hayatımdaki en uzun arayı verdim. Amerikan Futbolu gibi bir sporda sağlıklı olmadan oynama şansım yoktu. Çünkü futbol veya voleybol gibi temastan kaçabileceğiniz ya da saha içerisinde bazı eksikleri arkadaşınızın kapatabileceği bir ortam yok. Sahaya çıkan herkes bireysel olarak çok önemli ve gerçekten en zayıf halkanız kadar güçlüsünüz. Bu alanda çok iyi bir deneyime sahip olan ve iki sene üst üste Türkiye Şampiyonluğu elde eden İTÜ kadrosunda kaptanlığa kadar yükselen 139. dönemden Yalın kardeşim (Yücel), daha iyi anlatacaktır. Detaya girip ondan rol çalmayayım.
Amerikan Futbolu Takımı yanı sıra üniversite hayatımda da futboldan hiç kopamadım. İTÜ’de Rektörlük Kupası olarak adlandırılan okul turnuvasına tüm fakülteler katılım göstermektedir. Ben de bir yandan Amerikan Futbolu oynarken bir yandan da fakülte takımlarında yer aldım. İlk senemde Yabancı Diller Fakültesi adına oynarken keyifli bir şampiyonluk elde ettik. Her ne kadar sakatlığım yüzünden turnuva esnasında sadece ilk grup maçında ve final maçında oynamış olsam da üniversite hayatımdaki ilk spor anılarımdı. Sonraki senelerde ise Makine Fakültesi adına oynamaya başladım ve son sınıf öğrencisi olarak bu sene kaptanlığını yapıyorum. Umarım bu sene Darüşşafaka’da yapamadığımızı yapacağız ve son seneyi şampiyonlukla bitireceğiz 🙂
İstanbul ve Marmara bölgesindeki birçok takımı saf dışı bırakarak Türkiye finallerine katılmaya hak kazandık.
Son senemde Brezilya’da temellerini attığım, Türkiye’de meyvelerini topladığım Futsal Takımı’na da girdim. Futsal, Brezilya çıkışlı olup dünyanın en büyük futbolcularının keşfedildiği salon futboluna verilen isimdir. Brezilya’da en kötü koşullara sahip mahalle ve devlet okulu bile futsal oynayıp yararlanabileceği bir salona sahiptir. Geçen sene eski bir arkadaşım olan futsal takım kaptanı Mert Bal’ın daveti üzerine İTÜ’nün takımına girdim ve belki de üniversite hayatımdaki en güzel spor anılarını biriktirdim. Bence futsal, Darüşşafaka kültürü ile bire bir örtüşen bir spor dalı. Çünkü yatakhane önündeki minyatür kalede yaptığımız maçlar sayesinde, bu spor bizim DNA’mıza işlenmiş durumda. İstanbul Teknik Üniversitesi bildiğiniz gibi sadece mühendis yetiştiren bir kurum. Bünyemizde spor akademisi ya da benzer bölümler yok. Haliyle önceliğimiz daha çok dersler oluyor. Ancak buna rağmen İstanbul ve Marmara bölgesindeki birçok takımı saf dışı bırakarak Türkiye finallerine katılmaya hak kazandık. Her ne kadar finallere galibiyetle başlayıp son maçları kaybetmemiz neticesinde son sekize kalamasak da İTÜ profilindeki bir üniversite için çok başarılı sonuçlar elde etik. Bunun neticesinde de İstanbul 4’üncüsü unvanı ile Avrupa Üniversite Sporları Federasyonu (EUSA) tarafından Polonya’da düzenlenecek olan Avrupa Şampiyonasında mücadele etmeye hak kazandık. Grubumuzda Norveç, Fransa ve daha sonra finale kadar yükselecek Rusya bulunuyordu. Tüm bu saydığımız ekipler içerisinde yine spor okulu bulunmayan tek ekip bizdik. Diğer takımlarla yaptığımız sohbetlerde “Branşın ne?’’ şeklindeki soruya makine mühendisi veya bilgisayar mühendisi şeklinde verdiğimiz cevap sonucunda oluşan yüz ifadesi, bizim emeğimizin karşılığı ve hatta turnuva sonunda boynumuza asarak döndüğümüz madalya oluyordu. Daha önce büyük ölçekli uluslararası futbol ve basketbol organizasyonlarında çalışma fırsatı elde etmiştim. Ancak bu sefer sporcu olarak çok daha düşük rekabet düzeyindeki bir organizasyonda bile yer almak, bambaşka bir tecrübeydi.
Darüşşafaka mezuniyeti sonrasında da dönem arkadaşlarımızla buluştuğumuz her an spor ana gündem maddelerimizden birini oluşturuyor. Bu amaçla Işık Okullarının düzenlediği ‘100 Yıllık Okullar Spor Şöleni’ne her sene üç farklı branşta katılıp lise günlerimizi hatırlıyoruz. Son dört senede bu turnuvada birçok derece elde ettik. Aradan geçen zamana rağmen beraber bir hedef belirleyip sonuç almak herkese keyif veriyor.
Spor endüstrisinin, profesyonel spor yöneticileri tarafından yönetilmesi gerektiğini düşünüyorum
Tüm bu sportif faaliyetlere zaman yaratmaya çalışırken okul hayatım oldukça yoğun geçiyor. Şu an Makine Mühendisliği son sınıf öğrencisiyim. Bunun yanı sıra İşletme Mühendisliği ile Çift Diploma Programı yapmaktayım. Gelecek ile ilgili hayallerimde spor geniş bir yer tutuyor. Olası bir Spor Yönetimi Yüksek Lisansı her zaman seçeneklerim arasında. Bu amaç doğrultusunda ne yapabilirim diye kendi kendime araştırırken önce Anadolu Üniversitesi’nin Spor Yönetimi Bölümü’ne kayıt yaptırdım. Ardından da şu an çok büyük bir istekle devam ettiğim Kadir Has Üniversitesi’nde dokuzuncusu düzenlenen ve Türkiye’de kısa bir zamana kadar tek olma özelliğini taşıyan Spor İletişimi Sertifika Programı’na kayıt olmaya hak kazandım. Spor endüstrisinin, profesyonel spor yöneticileri tarafından yönetilmesi gerektiğini düşünüyorum ancak bunu biraz genişletmek gerektiğinin farkındayım. Özellikle yirminci yüzyılla beraber sporun, hayatın her alanıyla bağlantısının giderek arttığını düşünüyorum. Edebiyat, müzik, sanat, tarih, politika, sosyoloji, psikoloji, sinema… Tüm bu alanların ve çok daha fazlasının spor ile birçok kesişim noktası mevcut. Bu kesişim noktalarının farkında olan spor gönüllüleri, umarım ülkemiz adına ilerleyen yıllarda daha fazla sorumluluk alma şansına sahip olurlar. Bugün dünya sporuna yön veren Amerika, İspanya ve Almanya’da bir çok branş, bu alanlarda kendini yetiştirmiş profesyoneller tarafından yönetiliyor.
O yıllarda bu laflar ağzımdan çıkarken, şu anda uzaya çıkabilme ihtimalimle aynı değere sahipti 🙂
Ben de üniversite hayatım boyunca bir yandan mesleğim için gerekli akademik sorumlulukları yerine getirirken, diğer yandan uluslararası spor organizasyonlarında görev almaya çalıştım. İlk olarak 2013 senesinde Türkiye’de düzenlenen ve FIFA’nın Dünya Kupası sonrası en önemli organizasyonu olan FIFA 20 Yaş Altı Dünya Kupası’nda çalışma fırsatı elde ettim. Buradaki görevim, Güney Amerikalı gazeteciler ile federasyon arasındaki iletişimi sağlamaktı. Bir sonraki sene ise bir çocukluk hayalimi gerçekleştirme fırsatı elde ettim. Ortaokuldayken dönem arkadaşım, 2010 mezunları birincisi Aslıhan Balcı ile konuşurken bir gün Brezilya’da Dünya Kupası maçı izlemek istediğimi anlattığımı hatırlıyorum. O zamanlar kupanın nerede düzenleneceği bile belli değildi… Ne olduysa 2010 senesinde oldu ve Aslıhan’ın teşvik etmesiyle AFS sınavına girerek, AFS’li olmaya hak kazandım. AFS bursuyla Brezilya’da geçen bir sene sonrasında ise artık somut tek bir hayalim vardı. 2014 Dünya Kupasını Brezilya’da takip etmek… Turnuva yaklaştıkça her şey kendi kendine oturmaya başladı ve memleketim Tekirdağ’a giderken otobüste bir telefon aldım. Galatasaray Lisesi’nden arkadaşım Anıl Küçükbey, üst dönemlerinden bir abinin Portekizce bilen bir kişiye ihtiyaç duyduğunu söylüyordu. Kendisi de sağ olsun benim adımı vermiş. Bu sayede yeni bir serüvene atıldım. Neticede Hırvatistan Devlet Televizyonu ve Milli Futbol Takımı ile beraber turnuvayı takip etmeye başladık. 13 Temmuz 2014 tarihinde, yıllar önce çocuksu bir şekilde hayalini kurduğum Maracanã Stadı’nda, final maçını izleme hakkına sahiptim. O yıllarda bu laflar ağzımdan çıkarken, şu anda uzaya çıkabilme ihtimalimle aynı değere sahipti 🙂
tek pişmanlığım gün içerisinde serbest bir ajandası olan Horacio Muratore’yi, Darüşşafaka’ya davet etmemek oldu.
Dünya Kupası sonrası ise bu alanda tecrübelerim artmaya devam etti. Önce Türkiye’de düzenlenecek FIBA Bayanlar Dünya Şampiyonası öncesi son hazırlık turnuvası olan Zafer Kupası’nda Brezilya Bayan Milli Takımı’nın takım ataşeliğini ve asistanlığını üstlendim. Daha sonra yine Portekizce konuşmaları sebebi ile Bayanlar Dünya Şampiyonası’nda Angola Milli Takımı ile ilgilendim. Ancak FIBA Başkanı Horacio Muratore’nin turnuvayı takip etmeye başlaması sebebiyle, grup aşaması sonrasında kendisinin VIP asistanlığını yapmaya başladım. Tüm bu uluslararası organizasyonlar oldukça öğretici ve ufuk açıcı olurken tek pişmanlığım gün içerisinde serbest bir ajandası olan Horacio Muratore’yi, Darüşşafaka’ya davet etmemek oldu. Neyse ki daha 6 yıl görevde ve umarım Türkiye’ye gelirse ilk ziyaretlerinden biri kulübümüze olacak. J
Hiçbir branşta profesyonel bir geçmişim olmasa da, spor hayatımda çok büyük bir yer kaplıyor ve bundan büyük bir haz alıyorum. Ancak bunun yanı sıra esas işimin de farklı olduğunun farkındayım. Bu yüzden hedefimde, spor sevgimi aldığım eğitimler ile birleştirebileceğim bir yol çizmek var.
Spor dünyasından en çok hayranlık duyduğum kişi, 1982 Brezilya milli takımının yıldızlarından Sócrates’dir.
Spor dünyasından en çok hayranlık duyduğum kişi, 1982 Brezilya milli takımının yıldızlarından Sócrates’dir. Her ne kadar Sócrates ismi bugünlerde aynı isimle çıkan dergi sebebiyle oldukça popüler olsa da, kendisine olan sevgim Brezilya’da geçirdiğim yıla dayanır. Çünkü evinde kaldığım ailenin babası, yani Brezilyalı babam sıkı bir Corinthians taraftarıydı ve Sócrates kulüp tarihinin en büyük isimlerinden biriydi. Tabii ondan öncesinde kendisini tanımam konusunda, bugün aynı isimle dergiyi çıkaran yazarların ve editörün katkısını inkâr edemem. Açıkçası kendileri ülkemiz yayın hayatında zor bir görevi sorumluluk bilerek yerine getirmeye çalışıyorlar. Sócrates’e dönecek olursak, kendisi profesyonel bir futbolcu olmasının yanı sıra tıp eğitimini tamamlamış bir doktordur. Bu yüzden kendisine, tipik uzun Güney Amerikalı isminin yerine geçecek “Futbolun Filozofu’’ veya “Sócrates’’ ismi verilmiştir. Canlı bir şekilde izleme şansına erişemesem de karakteri ve yaşam tarzı ile beni derinden etkilemiş bir kişiliğe sahiptir. Ülkesinin en sevilen politikacılarından biri olan Lula yaptığı bir konuşmada, “Ülkemiz gerçekten de demokratik bir ülkeyse Brezilya halkı 1982 milli takımına çok şey borçlu,” diyerek Sócrates önderliğindeki arkadaşlarının toplumsal hayattaki önemini vurgulamıştır. Kişisel olarak toplumsal ilerlemenin böyle çok yönlü insanların her alanda sorumluluk alması ile sağlanacağını düşünüyorum.
Darüşşafaka’da izlerken zevk aldığım oyuncuların başında ise Cüneyt Erden ve Vincent Jones geliyor. Cüneyt Abi öğrencilere her zaman çok yakın davranırdı. Basketbol salonunda onu gördüğüm zaman hem çok sevinirdim hem de büyük saygı duyardım. Jones ise daha önceki yıllarda kadromuzda bulunmuştu. Sanırım kendisi bizim okula başladığımız sene transfer olmuş ve kısa zamanda öğrencilerin sevgilisi haline dönüşmüştü. O yıllarda memleketinden gelip ilk defa yabancı bir oyuncu gören öğrencilerle kurduğu ilişki inanılmazdı… Sanırım normal sezonun da MVP’si seçilmişti. O yaşımızda neden ayrıldığını hiç anlayamamıştık ve yeniden takıma katıldığında çok mutlu olmuştuk. İnce yapısına rağmen oldukça agresif bir oyuncuydu ve akrobatik özellikleriyle ufak yaştaki hayranlarının kalbini rahatlıkla kazanıyordu.
ök/fa/kk Şubat 2016