Mustafa her camiada eksik olmasın isteyeceğimiz karakterlerden : canlı, heyecanlı, duygulu, sözünü sakınmaz, uzun sohbet ve yazıları keyifle yapar ve yazar, esprisi eksik olmaz, gür sesiyle burada konuştuğu üç masa ötede duyulur; şimdi politika, birazdan spor, az sonra müzik ve tarihten bahseder, ortalık sıkıcı olmaya başlarsa sahneye fırlayıp profesyonel kalitede show yapar… Genellikle gülümser ama damarına bastığınızda bol iltifatlı konuşmayı ve yazmayı sever 🙂 Bugünkü ağır abi şekline aldanmayın bir zamanların hızlı sporcusu O; gelin kendi ağzından dinleyelim.

Baştan uyardım : Uzun fasıl olabilir !

Öktem ağabeyden böyle bir talep gelince, ilk tepkim ve aklıma gelen şu oldu ve kendisiyle de paylaştım. “Ağabey, bilirsiniz ben anlatmak istediklerimi uzun uzuuuun, hatta bazen açtığım parantezleri kapamayı unutacak kadar uzun yazarım… Başka türlüsünü de beceremem. Benimkisi “portre”den çok, “yaşam öyküsü” ne dönüşür. İnandıklarıyla felsefesiyle, yaşadıklarıyla, sevgileri ve öfkeleriyle… Bu durumda “edit edilmesi” gerekebilir” dediğimde, kendisinden  “internette yayınlamanın bu avantajı var, yer sıkıntımız yok, istediğin gibi yaz” yanıtını aldım…

Fazla söz edersem (ki muhtemelen edeceğim), baştan affola…

Acil babaanne müdahelesi ile dünyaya geliyorum

20 Nisan 1963 yılında İstanbul’da doğmuşum. Annemin de babamın da ilk çocuğu ve özellikle anne sülalemin de ilk torunu olmam sebebiyle sanırım bayağı bir heyecanla karşılanan doğumum esnasında ortaya çıkan sorunlar sebebiyle babama “anne mi, çocuk mu ?” sorusu sorulduğunda, babam tabii ki annemi tercih etmiş , ancak bir Boşnak göçmeni olan ve kendisi de 9 çocuk dünyaya getirmiş hatta “tekne kazıntısı ” olan babamı da evde ebesiz ve yalnız doğurup, göbek bağını dahi kendisi kesmiş olan rahmetli babaannem, doğumhaneye dalıp, doktorları da yönlendirerek ters gelen ve boynuna kordon dolanan bendenizin dünyaya gelmesine sebep olmuş. Sanırım ilk olarak yaşamımı rahmetli babaanneme borçluyum. Nişantaşı Güzelbahçe kliniğinde yaşanan bu “olay doğumum” sonrasında da bayağı bir hadiseler olmuş. Allah’tan o dönemde oldukça varlıklı olan babamın “katkı”larıyla olay kapatılmış 🙂

Kutlu melez doğum

Doğum tarihim 20 Nisan olduğu için adımı Mustafa koymuşlar. Son zamanlarda kutlu doğum haftası kutlanıyor ya hani, ben 40 yaşıma gelene kadar böyle bir olay yoktu. Yeni moda oldu bu. 20 Nisan, Hz. Muhammed’in miladi doğum günüdür… Babam da saatli maarif takvimine bakıp bunu görünce, adımı Mustafa koymuş. Bu vesile ile not: 20 Nisan aynı zamanda Adolf Hitler’in de doğum günüdür. İyi ki bu ülkede doğmuşum. Hani adım milyonlarca insanın ölümüne sebep olmuş bir faşistin adı da olabilirdi demek ki ! 🙂 Ancak bu sebeple, adımın Boşnak’ça kısaltması “Muyo” olmasına rağmen, işte o bahsettiğim rahmetli babaannem beni hep “Mümin’im” diye çağırırdı.

Baba tarafından Boşnak, Türk-Türkmen ve Arnavut melezi (Rızvanbegoviç, Bırgiç ve Alikadıiç aileleri), anne tarafından ise, su katılmamış Arap olan (Ensari Sülalesi) ve esasında Anadolu’da yaşayan insanların çoğunun “melez” özelliğini taşıyan biri olarak doğdum.

Baba tarafından Balkan/Boşnak kültürü , anne tarafımdan ise, (sırasıyla  Medine, Mekke, Şam, Mardin, İstanbul istikametinde göçlerle gelen)  Arap ve Ortadoğu kültürünü Anadolu ve İstanbul Kültürü ile birleştirmiş bir ortak kültürün bireyi  olarak  da devam ettirdim yaşamımı…

Peşpeşe gelen zorluklar Darüşşafaka ile aydınlanıyor

mustafa-gulberk-30
Muhtemelen bir cuma günü Hz 1, 1975. Çarşamba’daki okul kapısından çıkmadan önce Kemal Özbay (sağda) ile. Annemin tedbirliliği ben pardesü ile…

Altı yaşıma kadar oldukça iyi bir yaşamımızın olduğunu söyleyebilirim. Ancak daha sonra babamın ortağının kayınpederi olması  ve  iş yaşamındaki bazı durumların ve kayıpların  aile yaşamına da yansıması ile, önce gelen iflas, daha sonra da boşanma olayı ve mahkemenin doğal olarak bizleri anneme vermesiyle birlikte, her Darüşşafakalının yaşadığını bizler de yaşamaya başladık. Annem terzilik yaparak evi geçindiriyordu. Babam ise, maalesef, altın bileziği olan mesleğine rağmen belli bir zaman sonra  alkol  denizinde boğulmayı tercih etmişti.

Biz, benden 4 yaş küçük kız kardeşimle birlikte önce annemle yaşadık sonra ise, ben Orta 1’deyken babamın yanında yaşamayı tercih ettik. İşte annemle yaşadığımız o dönemde üst komşumuz Edibe Teyze’nin kızı Emine Taşkın (DŞ ’81) Darüşşafaka’da okuyordu. Onun kız kardeşi ve sınıf arkadaşım olan Hatice de (82) Darüşşafaka sınavlarına girecekti. Bizim zamanımızda İstanbul Erkek, Kadıköy Maarif ve Galatasaray’dan birini seçip onun sınavına giriyordunuz (ortak sınav yapılıyordu sanırım) sonra da özel okulların sınavlarına ayrı ayrı giriyordunuz. İstanbul Erkek Lisesi’ni kazanmıştım. Alman Lisesi’ni kazanmıştım (küçük dayım orada okuyordu). Bir de Darüşşafaka’yı kazandım. Hem de ana babalıların altıncı sırasından. Yani en iyi derecem Darüşşafaka sınavında idi. Biraz o sebeple, biraz da Emine’nin anlattıklarından, Hatice’nin de okulu kazanmış olması durumu vardı. Ayrıca ikimizin de mezun olduğu Yeşilbahar İlkokulundan da iki kişi daha Hakan Oktar (82) ve Nuri Vural (82) (sınıf arkadaşlarım) da kazanmışlardı. Sonuçta Darüşşafaka’yı seçtik… Tabii ki maddi durumumuzun da bunda çok büyük etkisi vardı. O yıl eski mezunlardan Gültekin ağabey gelmişti tahkikata. Okula girdikten sonra gördüm ki, ana babalılardan benden önceki 4 kişi tahkikat sebebiyle reddedilmişti. Benden önce de sevgili ve rahmetli Esat Bozyiğit birinciliğe oturmuştu. Sonra da sınıf atlayıp 81’lilerle okumuştu. Tekrar rahmetle anmak isterim dostumu.

İlaçla kurtardım biraz

İlk günler zor tabii. Hele hele benim bir de altını ıslatma gibi bir rahatsızlığım var. İlaç kullanıyorum. Daha ilk hafta ve ben ilacımı evde unutmuşum… Geceleri uyuyamıyorum korkudan, rezil olacağım  diye… Ve de ilk gece Hz. 2’lilerle aynı koğuştayız. Bir vaveyla koptu, birbirimize girdik – ‘abilik’ davası… Sonradan Yekta Hoca olarak tanıdığımız o geceki nöbetçi hocamız sıraya dizdi hepimizi. Hepimiz birer tokat yedik. Ama daha acısı, ilk Çarşamba’yı iple çekiyoruz ya, tam ziyaret saati, bizlere ziyaret yasağı ve etüt koydular. Etüt ağabeylerinden birini dün gibi hatırlarım. Tuncay Günç Ağabey (80). Utana sıkıla yanına gittim. “Ağabey bana ilaç getirecekti annem gidip almamın bir yolu yok mu ?” Sağolsun beraberce gittik kapıya. Hem ilacımı aldım, he de annemi 5 dakikalığına da olsa görmemi sağladı. İlk izlenimim böylesine bir disiplin olayıydı… Sonraki seneleri ne siz sorun ne de ben anlatayım, o dönemler herkesin malumu 🙂

Okulun o yılları malum, ülkenin de tabii ki… Siyasetle Hz. 2’de tanıştık. Zaten isyankar bir yapım var. Haksızlığa hiç gelemem. Bir de “ufuklar” açılıp, vizyon da genişleyince isyan duygusu daha da kabarmakta. Ancak öte yandan bir de sorgulayan bir yapım var. Kafa kola gelemiyorum. Soruyorum da soruyorum. Aynısı evde de oluyor. Allah’tan rahmetli babam bir derya. 1956 Üniversite mezunu. Evinde 5-6 bin kitap bulunan bir kitaplığı vardı.Taşınmalar, ilgisizlik, yokluk zamanında onları satmak vs. derken, elimde 100-150 tanesi ya kalmış ya kalmamıştı. Onları da sonraki yıllarda Kumburgaz’daki bir Lisesinin kütüphanesine bağışladık. Gorki’den, Dostoyevski’ye, Yunus Divanı’ndan Kur’an Meallerine, Eski Ahitten, Yeni Ahit’e, neredeyse tüm klasikler, tüm Varlık Yayınları, Meydan Larousse, Das Kapital’den Mein Kampf’a ve de tabii ki Nutuk başta olmak üzere, Tek Adamlar, Tüm Söylevleri, hatıratları vs… Ve de bunların hepsinin satırlarının altını çizerek okumuş bir adamla (babamla) sabahlara kadar sohbet ve tartışma fırsatı… Sanırım bugün “ben” olmamda en büyük iki etkenden biri Babam, diğeri de Darüşşafaka’dır. Ne ilginç bir ikili aslında. Beni, ben” yapanlardan biri “baba” ise diğeri de “yetim ve öksüzlerin ağırlıkta olduğu” bir camiadır.

Lakap bolluğu

mustafa-gulberk-14
Florya Belediye kampında, soldan : Mustafa Gülberk, Derya Dalay (babası kampta fotoğrafçı olarak çalışıyordu), şimdi Dr. – İrfan Alemdar. Orta 1 yazı 1977.

İlk uzaklaştırmamı Orta 1’de aldım. Kar yağmıştı. Din Hocası (Mahmut diye biri) derse gelmedi ilk 10-15 dakika. Herhalde gelmeyecek diyerek dışarı çıktık arkadaşlarla. Dışarıda kar var. Gelmiş sonra. Sınıfta olanlar derse devam etmiş ben ve 4 kişi daha dışarıda kalmıştık. Müdür Yardımcımız Betül Hanım. Sonuç geldi: Toplu eylem dolayısıyla 1 gün uzaklaştırma. Olan takdirnameme oldu. Neyse Orta 2’de telafi ettim.Takdir levhasında resmim vardı. Hem de dersleri en astığım sene 🙂 Ondan sonra mezun olana kadar, ders not ortalamamın iyi olmasına rağmen, aldığım uzaklaştırmalar sebebiyle hiç alamadım teşekkür ve takdirname.  Hatta alacağım tek belge de “tasdikname” oluyordu bir kaç kez. Malum sebep, Müdür ve Yardımcılarına başkaldırı, isyan hatta hakaret ! Hatta birisinin “limon” olan lakabı benimle girdiği münakaşa  sonrası ettiğim laf yüzünden “kıl”  kaldı. Bir diğerinin ki de “ayı”… Tabii ki karşılıkları 5’er gün… Ve hatta rahmetli babam gelip müdahale edip de ikna etmese, sonuç belliydi : tasdikname. Bu olayların sonucu Mezuniyet Yıllığımızda lakaplarım şu şekilde oluştu : 77’li Kel Mehmet ağabeyin okuldan atılmış olduğu yıl Gülberk olan soyadımı ‘Kelberk’ yapan Selami (82) yüzünden, kısaltılmışı olarak “kel”, Tarih ödevimde tüm Resmi Tarih Kitaplarının aksine Celalileri haklı çıkartan bir ödev yaptığım için sevgili Tülin Ülgen Hocam tarafından takılan “celali”, buna benzer sebeplerle ve sivri çıkışlarımdan dolayı “asi” ve de inadımdan dolayı “keçi”…

Ben, “sorunlarım var” sanıyordum… Aslında vardı da elbette. Ancak kardeşlerimin, arkadaşlarımın “sorunlarını” görünce ve öğrenince, işte hem şükür duygunuz gelişiyor hem de zaten var olan “isyan” duygunuz, yeni edindiğiniz aileniz ve kendiniz adına “tavan” yapıyor…

Darüşşafaka’da, sunulan eğitim, spor, müzik, satranç, edebiyat vs. yanında bence en büyük kazancımız, dağılmış ailelerimiz sonrası, bir çeşit aileye kavuşmaktı. Bir de – kendi açımdan – şükür duygumun inanılmaz derecede gelişmesi. Ben, “sorunlarım var” sanıyordum… Aslında vardı da elbette. Ancak kardeşlerimin, arkadaşlarımın “sorunlarını” görünce ve öğrenince, işte hem şükür duygunuz gelişiyor hem de zaten var olan “isyan” duygunuz, yeni edindiğiniz aileniz ve kendiniz adına “tavan” yapıyor… Ve bundan da bir birliktelik ve dayanışma doğuyor. O zamanlar belki tam olarak farkında değildik bunun ama yıllar geçip de 20-30 yıl görmediğiniz ve hatta okuldayken çok da sıkı fıkı olmadığınız bir arkadaşınızla karşılaştığınızda, işte o zaman farkına varıyorsunuz. Bunu bir çok arkadaşımla paylaştım ve aynı geri dönüşü aldım bugüne kadar. Ben de bir söz geliştirdim. “ulan bizim en boktanımız, elalemin en iyisinden evladır”… Buna katılmayanlar da vardır elbet ancak unutmayalım “istisnalar” – ki hep var olacaklardır – kaideyi bozmaz.

Esas sevdamı buluyorum

İlkokul 3. sınıfta başladığım müzik hayatım Irmak Çocuk Orkestrası ile devam etmişti. Mandolin ve gitar çalıyor ve şarkı söylüyordum. Darüşşafaka’da müzik dersinde ilk piyanoyu  görüp, başına oturup hemencecik de çalınca, heyecandan ölüyordum. Sonra flüt çalmaya başladım. Kars ekibine de akordiyon… Müzik derslerimdeki başarılı halimi ilk gören eski konservatuar müdürü Muzaffer Uz hocamızdı. Beni direkt konservatuara yönlendirmek istedi. Orta 1’deydik… Cevabımı dünmüş gibi hatırlıyorum. “Hocam ben müziği profesyonelce  düşünmüyorum. İşletme okumak istiyorum.”  Hay senin kafana Mustafa… Ondan sonra 10 yıl bu işi profesyonelce yapacağım aklıma mı gelirdi ? Neyse, bu arada da masa tenisi ile uğraşıyorum. İyi de oynuyorum… 79’lulardan rahmetli Şükrü ağabey beni çok  severdi. İlk o bana aşıladı masa tenisi sevgisini. Daha sonra Savaş ağabeyi (78) de tanıdık. Ufaktan ufaktan merak artmaya başladı. Ancak karakterimin  bir tarafı vardır. Bir çok konuda “iyi” isem, “en iyisine” yönlenmeyi tercih ederim hep. Masa Tenisinde benden “iyi”ler vardı. Tuncay mesela, Serdar Çimen mesela, Cem Karadağ mesela. Örneğin, “Satranç” da oynadım ancak Cem’le satranç oynamanın pek de “akıl işi” olmadığını düşünenlerdenim… Yenilgi kaçınılmazdır çünkü 🙂 Adam simultane oyunda 32 kişi içinden Kasparov’la berabere kalmış 2 adamdan biri… Gerçi Lise 3’de bir Matematik “proof”unu adama anlatacağız diye göbeğimiz çatlardı ama “satranç” dedin mi, orada dur ! Futbolda da iyiydim. Lise’1 den sonra üç sene okul takımında oynadım. Kendi aramızdaki maçlarda sağ açık oynarken, büyük sahada (sigara sebebiyle) sağ bek oynuyordum. Ancak özellikle 77’li Tufan ağabeyi o güzel salonumuzda  oynarken görünce, esas sevdamı buldum : voleybol…

Voleybol

mustafa-gulberk-39
Kulüp voleybol takımı, antrenman sonrası Çarşamba yerleşkesi  ayaktakapalı salonda. Soldan ayakta : Vecdi abi, Mehmet Demirkol, Hakan ?, İlhan Demirer, Kemal abi, Sedat Peçenek (antrenör). Alt sıra : Mustafa Gülberk, Serdar İnal (‘At’),  İrfan Alemdar, Hakan Kuman, Sinan Kayacan,  Bulent Günay. 1980. Bir yıl sonra güçlendirmelerle şampiyon oldu.

Amcaoğlum da Bakırköyspor’da, Beşiktaş’ta, Pertevniyal’de baş smaçör olarak oynuyordu. Zaten bir sevgim ve ilgim vardı voleybola. Ancak bir sorun vardı, boyum çok kısa idi; pasörlük için dahi…  Orta 1’in yazında 17 cm. attım ! Ben de dahil kimse inanamadı. Benzer bir durumu sınıf arkadaşım sevgili Yüksel Öden Lise 1’de yaşadı. Adam bir anda herkesi geçti. Bazen oluyormuş erkek çocuklarında. Neyse Orta 2’den sonra hem okul takımının antrenmanlarına hem de kulüp takımının antrenmanlarına katılmaya başladım. Tufan ağabey mezun olmuştu. Okulda “pasör” yoktu. Ve de Allah için “fazla tevazuya gerek yok”, parmaklarım çok iyi idi. Yer savunmam  ve manşetlerim de. Eh iyi de sıçrıyordum… Daha sonra aynı takımda yer almaktan büyük gurur duyduğum ve de çok şey öğrendiğim eski Milli voleybolcu Otomarsan’lı Vecdi ağabeyin bir maç sonrası “oğlum Allah sana 10-15cm. daha boy verseydi, direkt Milli idin” sözünü hayatım boyunca unutamam. Lise’2 de Okul Spor Kolu Başkanı seçildim. O yıl da hem okul voleybol takımımız hem de futbol takımımız çok iyi sonuçlar elde etti… Ama sanırım o günkü voleybol takımımızdan kimsenin unutamayacağı bir  finalleri kaçırışımız var – ya Orta 3 ya da Lise 1’de –  ki evlere şenlik idi. Yaşça bizden çok büyük olduğu apaçık belli bir Yıldız Milli Oyuncuyu oynatmıştı Üsküdar 50. Yıl Lisesi. Ve de kaybettik, Maltepe Lisesi’ni yendik. Tek yolumuz vardı finallere gidebilmek için St. Joseph Lisesi’ni yenmek. Hangi St. Joseph derseniz, bir yıl önce Dünya Liselerarası Voleybol Şampiyonu olmuş ve o zamanki Arçelik Takımının alt yapısı niteliğinde olan St. Joseph Lisesi. Adamlar sahaya tam profesyonel gibi çıkıyorlar. 18 kişilik ekip. Hocaları eski hakem Bülent ağabey. Bizde ise sadece “ilk 6” ve “2 yedek” var, antrenör bozuntusu da bendeniz…Yedekler de şöyle : dersten tüymek için benden rica etmişler takıma girmişler… İlk seti adamlar sildi süpürdü. 21-5.

İkinci sette kendimi de yarı smaçör pozisyonuna sokacak ve ikinci pasörümüz Selçuk’u da oyuna daha fazla sokacak şekilde bir kurguyla (İsmail Kuloğlu (82) ve Metin Luş (82), çapraz smaçörlerimizdi) oyuna başladık. İş tuttu. Dünya Şampiyonu karşısında 20-16 öne geçtik. Hakemler skoru “gülümseyerek” söylüyorlardı. Ancak 4 kez üst üste  – ben de dahil – maç sayısında servis kaçırdık. Dünya Şampiyonundan set almak dahi inanılmaz bir şeydi. Adamlar tam takım, eşofmanlar, ayakkabılar, antrenman topları vs… Bizde de, kumanya olmadığından,  elinde lahmacunla ısınmaya çıkan 3-4 kişi düşünün. Sadece Metin ile bende eşofman var. O da kulüp takımlarında da oynadığımız için. “Hababam sınıfı” sizin anlayacağınız. O set uzatmalarla 28-26 bitti. 2-0 kaybettik..

Spor kolu başkanı

mustafa-gulberk-38
Masa tenisi takımı : Mustafa ve Metin Luş. 1980.

Lise 2’de Spor Kolu Başkanı seçildim. Kurtul Kantar Hocamız da genç, enerjik bizimle arkadaş olan ve “havalı” bir hocamızdı. İyi anlaştık. Bu arada da Sündüs Cebecioğlu Hoca ile, Türk Sanat Müziği Korosu kuruluşu çalışmaları, konserleri başladı. Koroda aynı zamanda sazendelik yapıyor ve ud çalıyordum profesyonel bir ekibin içinde.

Futbol müsabakalarında da başarılı sonuçlar alıyorduk. Maltepe Stadında, Yalova Lisesine kaybettiğimiz maçı unutamam. Adamlar ta Yalova’dan 3 otobüs öğrenci taraftarla gelmişti maça da, bizler, Lise sonlara dahi izin alamamıştık idareden. Yenseydik, finallere bölgeye  gidecektik. 2-0 yenildik. Ben ilk devrenin sonunda bileğimden sakatlandım üstelik. Halbuki grubun esas favorisi Küçük Çekmece Lisesi’ni Kasımpaşa Stadında 1-0’la elemiş ve de o maçın sonunda çıkan olaylarda da dayak yemekten zor kurtulmuştuk. Golümüzü de Metin Luş (82 ) atmıştı…

Müzik kolu başkanı

“Dertliyim, Ruhuma Hicranını Sardım da Yine”yi, solo okuyordum

Lise 3 de Sündüs Hoca’nın isteğini kıramadım ve Müzik Koluna geçtim. O yıl da Müzik Kolu Başkanlığına seçildim. Koroda hem ud çalıyor hem de finalde Saadettin Kaynak’ın o muhteşem eseri, “Dertliyim, Ruhuma Hicranını Sardım da Yine”yi, solo okuyordum. Bir çok Lise’ye gidip konserler verdik… Benim için en “verimlisi” Kadıköy Kız Lisesi’ndeki konserdi 🙂

mustafa-gulberk-40
“Dertliyim , Ruhuma Hicranını Sardım da Yine…” Koro ile okul sahnesinde. 1981.

 

Eh faaliyet bu kadar çok olunca ve de bu “sınıfta yok” durumu oluşunca, erteleme sınavlarım da üst üste geliyordu. O durumlarda da sağ olsun önce sevgili Sonat’ın (79) annesi Şükran Hemşire sonra da onun yerine gelen hemşire hanımla aramızın iyi olması sebebiyle, soluğu revirde alıyor, sınavlara ayrı ayrı günlerde giriyordum. Orta 3’de ya da Lise 1’deydim tam hatırlamıyorum, müdür muavinimiz Zuhal Hoca “senin hakkında bildiğim tek şey : 767 Mustafa namevcut !” diyerek sitemde bulunuyordu.

Bu arada Lise sonda Kulüp Voleybol takımında da Mehmet Demirkol ağabey ile birlikte “ilk 6” daki “ikinci pasör” yerim değişmiyordu. Pasör kaçırdığımızda da , 2 numaradan 3-4-5 metreye (karşı bloku kaçırıp) beklenmeyen smaçlar çıkarıyordum. Şampiyonluk maçı niteliğindeki TOE maçında da sanırım bunu en iyi şekilde yaptım ve Reşat Hocamdan da ağabeylerimden de övgü aldım. O sene şampiyon olduk ve bir üst kümeye çıktık.

mustafa-gulberk-19
Arkada soldan : Sabahat Şenocak, Dilek Ün, Osman Polat, Mustafa Gülberk, İrfan Alemdar. Öndekiler : Nuri Vural, İsmail Kuloğlu, Levent Gürses.

Lise 3 başladığında malum, Üniversiteye de hazırlanılması lazım. Arkadaşlarımın çoğu Beşiktaş ‘taki dershanelere de  gitmekteler. İyi de bende de para yok !.. Ya da daha önemli şeylere harcıyorum harçlığımı : rakı balık, alem, kahve, bar, kızlar vs. O zaman Voleybol Şubesi Başkanı olan Pulad Verbas ağabeye gittim.  “Ağabey beni bu sene affet, benim üniversiteye hazırlanmam lazım” dedim. Lise 1’den beri de kulüp bize aylık – 5.000 TL mi 500 TL mi hatırlamıyorum şimdi – harçlık veriyordu.

Voleybol sayesinde kurs

En güzeli de,  antrenmanlar sonrası Tenis Pub’da votka ve viski eşliğinde yapılan “değerlendirme”lerdi 🙂

Pulad Ağabey, “olmaz öyle şey dedi ve biz seni dershaneye göndeririz “dedi. Üstelik harçlık da devam ! Sağ olsun ki o seneki şampiyon kadroda onun sayesinde yer alabildim. Boğaz’daki Şampiyonluk Yemeği de cabası. Hafta sonları da Fen Bilimleri Dershanesi’ne gittim kulübün sayesinde. Hatta arkadaşlar yıllığa yazdılar bunu. Maalesef Üniversitede hem okuyup hem çalışmaya devam edince, geceleri de müzikten oldukça iyi para kazanmaya başlayınca, ancak bir kaç antrenmana gidebildim. Vakit yetmiyordu ki,  bir şeyden vazgeçmem lazımdı. Müzik ve işimden para kazanıyordum. O sebeple bırakamazdım. Mecburen voleybol sevdam o sene sona erdi.

Daha sonra dayanamadım ve 1984 – 1988 de Enka İnşaat’la Sadi Gülçelik Spor Tesislerini yaptığımızda, lisansımı Enka’ya aldırdım. Orada da gençlere bir “ağabey” gibi 5-6 ay antrenmanlara çıktım. Artık “ağabey” biz olmuştuk. Galatasaraylı milli voleybolcu Nedim Özbey ağabeyi orada yakından tanıdım. Antrenörümüz de Enver Göçener ağabeydi. En güzeli de,  antrenmanlar sonrası Tenis Pub’da votka ve viski eşliğinde yapılan “değerlendirme”lerdi 🙂 hele de ara sıra gidilen ocakbaşılar !…

Bu arada büyük tesadüf eseri Enka Holding bünyesindeki Pimaş gurubunda da ilk rol modelim Tufan ağabeyle (77)  karşılaştık. Daha da yakınlaştık. Tenise merak salıp iki sene de tenis dersi aldım ve oynadım. Tufan Ağabey veya ben ayrılana kadar bir iki kez de beraber oynadık. Bir kez de İsmail ağabey (78) Tesisleri ziyaret ettiğinde karşılaşıp sohbet etme fırsatı bulmuştuk. Eh ne de olsa o şantiyenin Mali İdari İşler Şefiydim dört yıldır. Yaş 22-25 bu arada ve de Üniversite de devam ediyor.

Darbe yakından gelir

Bu işlerle uğraşırken,  mezun olur olmaz Daçka’dan, 15 yaşımda koyduğum hedefi tutturmuştum. Artık İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi öğrencisiydim. Kısaca, briç ve okey günleri tabii ki. Birinci sınıf Beyazıtta, 2-3-4. sınıflar Rumeli Hisarüstü’nde ve tam 11 yıl sonra (mecburi askerlik tecili sebebiyle) tek ders sınavını verip, iki aylık Burdur Bedelli Askerlik sonrası ve bir baba adayı olarak 1993’te Avcılar Kampüsü’nde bitti üniversite hayatım. Bu arada iş hayatım son sürat devam ediyor tabii ki. 1991’de de araya evliliğimi sıkıştırdım sevgili eşim Nesrin ile.

1988’de Türkiye’de iki tane “uzay sistem” çelik konstrüksiyon firması vardı. Enka’daki saha mühendisi bir ağabeyimin henüz Yıldız İnşaat’ta öğrenci olan ve stajını bu iki firmadan birinde yapmış ilerideki ortağım Erhan’la kafa kafaya verip üçüncü firmayı kurduk. O işi getirdi. Ben de  kuzenimden sermayeyi buldum. Sıfır kişisel sermaye ile Türkiye’deki üçüncü firmayı kurduk. Ve o ana kadar alınmış en büyük işi aldık ve dört ayda bitirdik. O dört ay ve öncesi kuruluş hikayesi inanın roman olur… İş ilk etap 22.000 m2 ikinci etap da 9.000 m2 idi yanlış hatırlamıyorsam. İşin sadece konstrüksiyon tarafı (yani bizim işimiz) 1.000.000.000 TL tutarında idi ve 4 ayda bitirdik. Enka’dan ayrılırken 450.000 TL maaşım vardı. O işten 4 eşit hisseli ortak 80 milyon kazanmıştık. Sanırım ilk nüvem o firmadır. Bir yılın sonunda gereği üzerine kuzenimle beraber hisselerimizi satıp ayrıldık. Onun zaten var olan Aluminyum Ambalaj Firmasında devam ettik. Arada benim bazı “profesyonel yönetici” sıfatıyla çalıştığım firmalar da oldu ancak ağırlıklı olarak bir iki de ara vererek 2000 yılının başına kadar hem yönetici hem de küçük ortak sıfatıyla kendisiyle çalıştım. 2000-2002 arası maalesef yaşamımda ilk kez darbe aldığım dönemdir. Detayına girmeyeceğim ancak şu kadarını söylemek gerekirse, “darbe yakından gelir”.

Tüm varlığımı ve 22 senede kazandıklarımı kaybettim. Babamın başına gelen, benim de başıma gelmişti. Aile özelliğimiz herhalde 🙂

Devrimi yapamadık, doğurduk

1993 yılında kızım doğmuştu. Orta 2’deyken karar vermiştim. Kızım olursa adını Ece, oğlum olursa adını Yunus Emre koyacaktım. Kızım Ece oldu. Eşim Nesrin’in de isteğiyle göbek adı olarak da benim de çok sevdiğim Elif ismini koyduk. Elif Ece’m hayatı boyunca hep yaptığı gibi hem çok sağlam karakterli bir çocuk oldu hem de eğitiminde çok başarılı oldu. Şu anda Kocaeli Tıp Fakültesinde dördüncü sınıf öğrencisi olarak stajyer doktor olarak eğitimini sürdürüyor.

Kasım 1997’de kanser olduğumu öğrendim… Böbreğimde renal hücreli bir tümör varmış. Böbreği verdim paçayı kurtardım. Tamamen tesadüfen ortaya çıkan bu olay bana 9 ay 10 gün sonra doğacak oğlumun habercisi imiş meğerse. Öğrendiğimde hanımı alıp fasıla gittim ve sabaha kadar eğlendik. Ameliyatımdan iki ay sonra Nesrin “hamileyim” müjdesini verdi. Eh fasıl, rakı ve de psikolojik durumum yaramıştı demek ki; ya da O inandığım Allah’ın benimle ilgili planları varmış. Misyon tamamlanmamış anlaşılan. Ah bir de o misyonun ne olduğunu çözebilsem 🙂

Oğlum Temmuz 1998’de doğdu. Ben ise ondan dört sene önce çok ama çok yakın bir dostumu henüz 31 yaşındayken elim bir trafik kazasında kaybetmiştim. Rahmetli Alper’i   sevgiyle anarım hep. Oğlumun adı Alper Emre oldu Yunus Emre yerine… Seneye Üniversite sınavlarına girecek. Anadolu Lisesinde 3. sınıfta henüz. Babam bana nasıl davrandıysa ben de onlara öyle davranmaya çalışıyorum. İyi rakı içiyor namıssız 🙂 İyi bir sporcu, futbol ve voleybol oynuyor. Pek de bir yakışıklı. Allah onların acılarını göstermesin. Onlarla beni sınamasın.  En büyük duam budur.

1998  Haziran’ında “en büyük evladım” dediğim sevgili kız kardeşim Ufuk’u  evlendirdim. Düğünü Enka Spor Tesislerinin havuz başında, benim ricamla gelen çok değerli 8 kişilik saz heyeti eşliğinde oldu. Dört saat okudum o sazın eşliğinde. Rahmetlilerden Ercüment Batanay’dan, kemani üstad Cavit Deringöl’e, darbukada Güngör Hoşses’ten kanuni Necati Yıldızdoğan üstada, yaşayanlardan udi Dramalı’dan, udi Yıldıran Güz’e (Cavit Hocanın da damadıdır), klarnette de Türkan Kandıralı, ikinci kemanda İzmir Radyosundan bir genç… Ne geceydi ama !

Şimdi iki yeğenim var. Biri erkek biri kız. Onlar için ben “koca dayı”yım. Onlar da benim için çok özel Bilge’m ve Devrim’im. “Devrimi yapamadık ama ben doğurdum bir tane”  der hep Ufuk 🙂

Gusto alanım geniştir

mustafa-gulberk
Yemek, içmek bizim işimiz. 2014, Mor Meyhane’de Daçkalılarla bir fasıl akşamı.

Darüşşafaka ile bu yaşam mücadelesi esnasında ister istemez uzak kaldım. Bunu hep bir ayıbım olarak  kabul etmişimdir. Ancak Darüşşafakalılarla hep görüşüyordum. Hem sınıfça, hem küçüklerle, hem de büyüklerle. 2007’de sevgili Yalçın başkan (78) mail gurubunu kurunca, benim tüm Daçkalılarla ve Kurumlarla tekrar iletişimim çoğaldı. Öktem ağabeyin özellikle (!) bildiği “muhalif” ve zaman zaman “sivri dilli” yazılarımla,  küçük büyük bir çok Daçkalı ile  bazıları ile yeni, bazılarıyla yeniden tanıştık.

Sevgili Necip Başkan (81)  Dernek Yönetiminde Saymanlık görevini verince, görevden kaçamadım. Ancak hem düşündüklerimi hayata geçirememek hem de o sırada işlerimde oluşan sıkıntılar ve zamansızlık sebebiyle, ayrılmak zorunda kaldım. Cemiyet Üyeliğim ve Dernek Üyeliğim devam etmekte tabii ki. Toplantıların ve yemeklerin bir çoğuna da katılmaya çalışıyorum. Özel gecelerimiz de olur “kapalı guruplar” şeklinde.

İstanbul ve Boğaz Kültürü, Balkan Kültürü ve Mardin (Arap) kültürünün damak tadı ve sofraları doğal olarak  en sevdiğim mutfaklardır. Bu tüm saydıklarımda, meze ve rakı tabii ki olacak. Eşliğinde fasıl da olursa, ya da dostlarla sohbet, işte o tadından yenmez… Bunun dışında “güzel olan” mutfakların hepsini de severim. Kısaca yeme içmeyi severim. Antep/Kilis sofrasını, Karadeniz pidesini, Bursa iskenderi, her tür dolmayı, kadınbudu köfte başta olmak üzere her tür köfteyi, Ege mutfağını (eşim Egelidir), Meksika mutfağından vajitas ve buritos’u, İspanyol tapaslarını (meze), kızarmış ekmek üzerine sürülmüş tereyağ, siyah havyar ve yanında sek votkayı, Fransız tatlı şarap eşliğinde kaz ciğeri sürülmüş kızarmış ekmeği, açık büfe kahvaltılarını, sütlü tatlıları, Boşnak böreğini, dondurmayı, çikolatayı çok severim… Bir de tabii ki annemin yaptığı Mardin usulü içli köfteyi.

İş konum çok genel anlamda Mali İşler, uluslararası finans ve vergi konuları. Şu anda da bir Yurt Dışı Müteahhitlik Firmasında Genel Müdür Yardımcısı olarak çalışıyorum. SGK’dan 2008 yılında emekli oldum ancak çalışmaya devam tabii ki.

Çalkantı ve istikrar

Bu çalkantılı sayılabilecek yaşantımdan yıllar sonra karşılaştığımızda Savaş Ağabey’e (78) bunların birazını anlattığımda, “ya oğlum ben dinlerken yoruldum, sen nasıl sığdırdın bu kadar işi bu kısa yaşama ?” deyişi aklımdadır hep.

Ne bileyim… İşin arasında dahi fırsat yaratırım facebook gibi sanal ortamlarda  birşeyler yazmaya, paylaşmaya. Ya da 1-2 yıl önce  ayrıldığım mail gurubunda bir şeyler yazmaya. Halen internetten takip ettiğim 20 kadar yabancı dizi ve yerli 2-3 diziyi hafta içinde mutlaka fırsat bulur seyrederim. Kaliteli filmleri de kaçırmam. Tuvalette bile okurum. Yemekte kitap okuyorum diye az kavga etmedik hanımla. O da 24 senedir çekiyor beni, kolay değil; gerçi 2-3 kez direkten dönmedi değil evliliğimiz. Ancak hangi ailede olmaz ki bu tür çalkantılar… Ayrılmış bir anne ve babanın çocuğu olmak sanırım tekrar tekrar düşündürdü beni o durumlarda. Eh bir de Allah için çok sevmenin yanında, anneliğine, ev hanımlığına yüreğine inandığım, sevdiğim ve saydığım bir eşimin varlığını da inkar edecek değilim. Yarın öbür gün ne olur bilinmez. Ancak benim ona olan sevgim ve saygım ve de “çocuklarımın anası” olarak koyduğum yer hep aynı kalacak.

Sporda, siyasette tutkuluyum

[pull_quote_left]Zor adamız vesselam. Bize katlanmak da kolay değil, bizle yaşamı paylaşmak da.[/pull_quote_left]Kendimi bildim bileli Fenerbahçe’liyim. Fenerbahçe’nin tarihçesini öğrendikten sonra, sevgim ve tutkum daha da arttı. Yine kendimi bildim bileli Kemalist’im. Bu konudaki fikirlerim ve inançlarım, “Atatürkçü” diye geçinen bir çok kişi ile çatışır ve bu anlamda oldukça tartışmalar yaşanmıştır. Benimle bire bir bu tartışmaları yaptıktan sonra, akıl, fikir ve izan sahibi bir çok kişinin “ilk izlenimleri”ni değiştirdiğine de çok kez tanıklık etmişimdir yaşamım boyunca. Aynı şey inanç sistematiğimde de geçerlidir. O da pek “genel kabul görmüş” esaslara dayalı değildir. Gerek ideolojimde gerekse, inanç sistemimde, işin özünü kavramaya, analiz etmeye,sorgulamaya ve bu doğrultuda aklımı işleterek karar vermeye zorunlu hissettiğim için olsa gerek, ki, genel kabul görmüş ve/veya kolaycılıkla etiketlenmiş, yaftalanmış, sloganlaştırılmış  yazı ve konuşma jargonunu ve tespit çabalarını hep reddetmiştir hem aklım hem de ruhum. Diyalektiğin yaşamın temelini oluşturduğuna inanırım. Her şey bir sebep-sonuç ilişkisidir. Konjonktürü ve sebepleri doğru tayin edemeden, salt sonuçlar üzerinden hareket eden kişilerin  yanılgı paylarının, diyalektik düşünce sistematiğini izleyen kişilere oranla çok daha fazla olacağını düşünürüm. Zaten bu tarz ve sloganlarla, genel kabul görmüş etiketlerle argüman yaratmaya çalışanlarla, genellikle ilişkimiz polemik şeklinde gelişti hep… Ancak benimle aynı samimiyette olduğuna inandığım  insanlarla ise, bambaşka fikir ve inançlara sahip olsak dahi, inanılmaz sohbetler, fikir alış verişleri ve doğruyu bulma çabaları sergilemişizdir. Bilimsel ahlaka sahip olmayanların, benimle aynı safta yer alıyor gibi gözükmeleri dahi benim için bir şey ifade etmez. Karşıt düşünce ve inançta olmasına rağmen, eğer bilimsel ahlaka sahipse ve kendi meşrebince olay ve kavramları eğip bükmeden bilimsel gerçeklik ve ahlakla inanç ve fikrini savunabiliyorsa, o kişiye olan saygım hayranlık seviyesine de çıkar. Farklı düşünmek bir yana, onu daha da çok anlamaya çalışırım.

Zor adamız vesselam. Bize katlanmak da kolay değil, bizle yaşamı paylaşmak da. Hep “artılar ve eksiler” durumu işte…

Spordu, müzikti, yaşam öyküsü idi. Bunlar anlatabileceklerim. Darüşşafaka 11 yaşımda hayatıma girdi ve ölene kadar kalacak yaşamımda. Hem Darüşşafaka hem de Darüşşafakalı’lar. Bazıları farklı olacak elbette. Onlar kendilerini bilir zaten. Hem arkadaşlarımdan, hem büyüklerimden hem de küçüklerimden “çok özel” olanlar var elbet. İnşallah ölene kadar bir sorun çıkmaz aramızda…

[su_youtube url=”https://www.youtube.com/watch?v=moyWJ4T9oBw” width=”980″ height=”660″]

Yarım asır sonra hayata bakış

52 yaşıma girdim geçenlerde. 15 yaşımdan itibaren ekonomik anlamda da “hayatın içinde”yim.

mustafa-gulberk-51
2013 pilav günü, Maslak, Darüşşafaka kapısı. Soldan : Levent Aydınoğlu, Mustafa, Öktem, Memin.

Hep bildiğim gibi, inandığım gibi, düşündüğüm gibi yaşadım. 15 yaşımda ne isem, bugün de oyum. Sadece  daha tecrübeli, belki artık biraz daha “tahammüllü”, ancak kesin, biraz daha “yorgun”…

Ama tanıyan bir çok kişinin bildiği üzere, aynı “ideoloji”de, aynı “inanç”ta, o ideoloji ve inancı dahi ortaya koyarken “görünen ve bilinenden” oldukça farklı bir anlayış ve  “omurga”da… O yüzden de “yafta yemeye” de “etiketlenmeye” de alışık, hatta umursamayan tavrıyla yarım asırı  geçmiş bir yaşam ve inşallah aynı şekilde devam edip son bulacak bir gelecek umuduyla mücadeleye devam ediyorum.

Kalan ömrümde en çok yapmak istediğim şey  – aile önceliğimden sonra – Darüşşafaka için ya kalan zamanımı, ya emeğimi ve eğer de mümkün olabilirse, maddi olanaklarımla, bugünkünden daha fazla bir şeyler yapabilmektir.

[su_youtube url=”https://www.youtube.com/watch?v=pJvyz4csxGw” width=”980″ height=”660″]

 

Kendi ailem içinse, toplumsal duyarlılığı olan, inandığı gibi yaşayan, helali haramı bilen, emeğin önemini kavramış, adil, eşitlikçi, dürüst bir yaşam sürecek başarılı iki evlat görmek kalan ahir ömrümdeki dileğim. Hayatın onları kirletememesi… Bu kadar hızla kirlenen bir ülkedeki toplumda umut adına fazla iyimser olamıyorum ama şunu da unutmadan edemiyorum ki, hızla düzlüğe çıkmak için suyun içinden, belki de  önce dibe batmak gerekir. Belki de olacak olan budur ülkem  için, dünya için, bu topraklarda yaşam sürenler için, insanlık için.

ök/fa/kk ağustos 2015