Niyazi Turan’ın Darüşşafaka sporuna katkıları özellikle gençler tarafından yeterince bilinmemektedir, oysa o Daçka spor tarihimizin önemli emektarlarından bir tanesidir. Kendisini 1980’li yılların başında okula spor koordinatörü olarak göreve geldiği zaman tanıma fırsatım oldu. Daha önce ne adını duymuştum ne de kendisini görmüştüm. 1980-1985 yılları arası, beş yıl kadar okul öğrencileri ve Darüşşafaka Spor Kulübüyle ilgili ortak çalışmalarımız oldu. Daha sonraki yıllarda da ilişkimiz hiç kopmadı diyebilirim. Niyazi abiyle birlikte başlayan okuldaki spor hamlesi meyvelerini 83-85 yılları arası vermeye başladı. Okul kız ve erkek basketbol takımları İstanbul ve Türkiye’de muhtelif dereceler elde etti. Bunun en temel nedeniyse 80’li yıllardaki DARKA spor kamplarıdır. O dönemde Niyazi abi kamp koordinatörü, ben ise hem kız hem de erkek takımlarının basketbol antrenörüydüm.
İlerlemiş yaşına rağmen müthiş enerji ve hafızasına, geçen yıl Kadıköy’de karşılaştığımızda bir kez daha şahit oldum. Neredeyse 55-60 yıl önce oynanan bir maçın anılarını sanki az önce oynanmış gibi hatırlayıp anlatıyordu. Hatta 80’li yıllarda gittiğimiz ortaokullar arası bayanlar Türkiye şampiyonasında benimle yaşadığı bir anıyı paylaşınca gözlerim yerinden oynayacaktı adeta. O maçı (takıma zone press yaptırarak kazanacağımız maçın kaybedilmesine neden oluşumu) o hiç unutmamıştı, ben ise hiç hatırlamıyordum. Belki de hatırlamak istemiyordum 🙂
dsk.org.tr deki Portreleri okuduğumda Niyazi abinin de ne denli önemli işler yaptığını bir kez daha öğrenmiş oldum. Ne kadar önemli ismin antrenörlüğünü, abiliğini yapmış… Kendisine ve sevgili eşi Mübeccel hanıma, çocukları/torunlarıyla sağlıklı ve uzun ömürler diliyorum.
Hatta ismimi şair Niyazi-i Mısri’den esinlenerek koymuş.
1932 yılında Bulgaristan’ın Rusçuk eyaletinin bir köyünde doğmuşum. 1934’te mübadele olunca Tekirdağ’ın Muratlı kasabasına yerleşmişiz. Babam Bulgaristan’da çiftçi bir aileye mensuptu. Fakat kendisi eğitime önem veren bir insandı. Hatta ismimi şair Niyazi-i Mısri’den esinlenerek koymuş. Bir ablam, bir de erkek kardeşim vardı. Babam koyu Atatürkçüydü. Hatta soyadı kanunu çıkınca Turan soyadını özenerek almıştır. Muratlı’da demiryoluna paralel sıra sıra göçmen evleri vardı, orada yaşıyorduk. Dedem damadının çiftçiliğe devam etmesini istese de babam memur olmak istiyor ve hemen İstanbul’a gidiyor. Neticede gümrük muhafaza memuru oluyor. Hatay’da görev yaparken bir gün onu dağda unutuyorlar. Bu unutma işi de karışık biraz çünkü babam çok dürüst bir adamdı. Herhalde bir usulsüzlük oldu ve tahminime göre onu harcamak istediler. Bir gece soğukta kalmış, ertesi gün yarı donmuş vaziyette bulmuşlar. Ondan sonra iyileşmedi; zatürree, tüberküloz derken, iki sene içinde vefat etti. Ben o zaman altı-yedi yaşındaydım.
Hem maddi durumumuz bozulduğu hem annemin sağlığı pek iyi olmadığı için köye döndük.
Okula başlamak üzereydim. Bakırköy, Osmaniye semtine yerleştik. Annem Sümerbank bez fabrikasında işe başladı. Babam da memur olmadan önce kısa bir süre orada çalışmıştı. Kardeşlerimle beraber kâh dedemin yanında, kâh annemin yanında kalıyorduk. Osmaniye İlkokulunda okumaya başladım ve daha birinci sınıftan itibaren temayüz ettim. İkinci sınıfta da yine iyiydim. Fakat hem maddi durumumuz bozulduğu hem annemin sağlığı pek iyi olmadığı için köye döndük. Üçüncü sınıfı Muratlı İlkokulunda okudum. Bulgaristan’dan gelmiş bir akrabamız vardı, Sorbonne Üniversitesini bitirmiş ve İstanbul gümrük müdürlüğü yapmıştı. O dayılarıma, “Ali’nin çocuğunu ne yapın edin Darüşşafaka’ya sokun, şu anda imtihan için kayıtlar açıldı,” demiş. Allah rahmet eylesin, onun sayesinde beni İstanbul’a getirdiler. Yenikapı’dan yürüyerek okula gittik. O zamanlar Laleli civarında çok eski binalar vardı, şimdiyle hiç alakası yoktu. Aksaray’da bir park ve yanında tramvay deposu vardı. Kaydı yaptırdık, sonra imtihana girdim ve kazandım.
Okulda sürekli kalan öğrencilere bekâr denirdi. Bize haftalık 10 kuruş harçlık veriyorlardı.
Böylece dördüncü sınıfta, yanlış hatırlamıyorsam 1942’de Darüşşafaka’ya girdim. Hatta sünnetim de orada oldu. Yeni girenlerden bir grubu toplu olarak sünnet etmişlerdi. Annem okulu kazanmamdan dolayı çok mutlu olmuştu. Darüşşafaka benim hayatımın dönüm noktasıdır. Bizim sınıftaki arkadaşlar bu konuda çok duygusalız. Bir sene kalanı çıkarıyorlardı. Bazılarımız bitirmeden ayrılsa da bizden kopmadı. Orta 3’te bir takıldım ben. O sırada bir af çıktı, her devrede bir sene kalmaya müsaade çıktı. Büyük bir şanstı, böylece devam ettim okula. Cebimizde paramız yoktu. Okulda sürekli kalan öğrencilere bekâr denirdi. Bize haftalık 10 kuruş harçlık veriyorlardı. Derslerden kırık alırsak izinsiz kalıyorduk, üstelik o parayı da kesiyorlardı. Bütün gün top oynuyorduk. O zaman top olmadığı için bez top yapıyorduk. Sahanın bulunduğu lise tarafına geçemiyorduk, ortada bir çizgi, onun öbür tarafına katiyen adım atamazsın. Yoksa ağabeyler hemen tepemize binerdi.
Galatasaray bayramında Galatasaray takımını 4-3 yendiler.
Ortaokulda biraz temayüz ettik. İstanbul ortaokullar arası eltopu müsabakaları o sahada yapılıyordu. Yedi kişiyle oynanırdı eltopu. İlk sezonda biz finallere kadar yükseldik. Ben Orta 3’te oynamaya başladım. Reşit abi çok güzel voleybol ve eltopu oynardı. Galatasaray bayramında Galatasaray takımını 4-3 yendiler. Ben hep Reşit (Sağnaklar) abinin yanına giderdim. O bana penaltı atışlarını öğretti. Eltopunda penaltı atarken bir ayağın yerden kalkmaması gerekiyordu. Kaleciyi aldatmak lazımdı. Daha topu almadan atacağın yere bakacaksın, sonra atarken son anda elini çevireceksin. Kaleci nereye gideceğinden o kadar emin ki, terse atlıyor. Biz Galatasaray Lisesi ile finale kaldık. Zehir gibiyiz ve takımın penaltıcısı olmuştum. Bütün ilk golleri ben atıyordum. Bu artık bir uğur gibi olmuştu. Ben ilk golü atarsam maçı alıyorduk. Fakat Galatasaray finalden önce numarasını yaptı. Ali Sami Yen stadı o zaman tarlaydı. Kocaman bir saha, oraya aldılar maçı ve on birer kişilik takımlarla oynandı. Turgay Şeren Galatasaray Lisesi eltopu takımında santrfor oynuyordu. Aynı zamanda dekatlon şampiyonuydu. Neticede topu alıp rüzgâr gibi gittiği zaman kimse yetişemiyordu. Turgay bir hücuma çıktı. Kale zaten bizim kaleciye kocaman geldi. Zıpkın gibi attı golü. Bir penaltı oldu, attım 1-1 oldu. Fakat biz maçı maalesef 7-3 kaybettik ve İstanbul ikincisi olduk.
Ben futbol da oynuyordum ama bir türlü futbol muhitini sevemedim.
O arada bir heves geldi, okulda basketbol oynanıyordu. Yalçın’ın ismini duymaya başladık, Galatasaray onu alıp götürüyordu. Bir de daha küçük Şevket Taşlıca vardı. Annesi Şevket’i bana emanet ederdi. Amcası da bizim meşhur Rıfkı Hocaydı. Şevket ısrarla bana da basketbol oyna diyordu. O arada Darüşşafaka mezunu Cemil Sevin Galatasaray’da Yalçın Granit’le beraber oynuyordu. Fenerbahçe’de Affan, Mülkiye’de Faruk Abi oynuyordu. Ben futbol da oynuyordum ama bir türlü futbol muhitini sevemedim. Böylece biz lisede basketbol oynamaya başladık. Basketbolu sevdim. Tenis Eskrim Dağcılık kulübüne gittik özel bir maça, bu spor bana göre dedim ve devam etmeye karar verdim. Bu arada voleybol da oynuyordum. Lise 2’de biz çok haşarı bir sınıf olmamıza rağmen okulun futbol, basketbol, voleybol takımı bizden çıkıyordu. Hayati Baygan çok güzel santrfordu. Özcan Esinduy Beşiktaş’ta oynadı. Nusret Altınkaya, Kandıralı Erhan Yücel, Selahattin Odabaşı, kalede Neşet İkiz vardı. Neşet sonra Darüşşafaka’yı bırakıp askeri okula gitti. Ben de futbol oynuyordum ama daha çok basketbol önemliydi benim için.
Sonuçta bizim idare dersleri zayıf olduğu için Şevket’e izin vermediği halde Kuleli’yi yendik.
Lise 2’de İstanbul liseler arası basketbol turnuvasında finale kaldık. Final maçında Kadıköy Halk Eğitim salonunda Galatasaray Lisesine yenildik. Sonra kaybolup gitti ama İnanç diye çok iyi oynayan bir çocuk vardı, onu durduramadık. Maçı çok az farkla aldılar. Sonra ben son sınıftayken yarı finalde Kuleli Lisesiyle eşleştik. Orayı Samim Göreç çalıştırıyordu ki milli takımın da antrenörüydü. Biz onunla görüşürdük. “Niyazi siz Kuleli’yi yenemezsiniz,” dedi. Belli olmaz dedik. O senelerde takımlar haftada en fazla üç gün antrenman yapabilirdi. O zamanlar Türkiye’nin şartları öyleydi. Sonuçta bizim idare dersleri zayıf olduğu için Şevket’e izin vermediği halde Kuleli’yi yendik. O takımda ribauntları almak için Özcan’ı oynatıyorduk. Neticede finale kaldık. Finalde Fenerbahçe’nin Deve Altan’ının (ünlü basketbolcu Altan Dinçer) okuduğu Tophane Sanat Okulu ile karşılaştık. Final maçı Vefa kulübünün salonunda oynandı. 30 sayı fark attık. Darüşşafaka Lisesinin basketbolda ilk şampiyonluğu odur.
Bir tanesi enseme hafifçe vurdu. “Niyazi tamam, her şey senin, biz hiç karışmayacağız,” dediler.
1949-50 ders yılında liseyi bitirdik. Eylüle kadar okulda kaldık. Fakat olgunluk imtihanında matematikten kaldım. (Olgunluk imtihanı nedir diye merak edenler için not: Eskiden ilkokul, ortaokul ve liseyi bitirdikten sonra temel derslerden imtihana girilir, bu imtihanda geçerli not alamayan öğrenciler mezun olamazdı). Yatakhaneye çıktım, bavulumu aldım. Rahmetli baş muavin Reşat Heparı ile vedalaşacaktım. Kulüp futbol takımı o sırada faaliyetteydi. Onun odasında hep toplantı yaparlardı. Ben kapıyı tıklattım açtım, toplantı halindeler. “Ne o Niyazi?” dediler. “Ben matematikten kaldım, köyüme dönüyorum,” dedim. “Sen bekle bakalım dışarıda,” diye karşılık verdiler. Meğer basketbol şubesini de açalım diye konuşuyorlarmış. Biraz sonra çağırdılar. “Biz kulüpte basketbol takımı kurmak istiyoruz. Sana versek bu görevi, sen kurar mısın? Burada yat kalk, ye iç. Arada harçlık da veririz,” dediler. “Ben bir düşüneyim,” dedim. Biraz sonra içeri girdim. “Kabul ederim ama şartlarım var,” dedim. Güldüler. Biraz da alaylı, “Neymiş şartların?” dediler. Şöyle cevap verdim: “Arkadaşlarımla beraber her şeyi yaparım. Şevket de bana yardım eder. Lisansları çıkarırım. Okulda oynayan çocuklarımız var. Altyapı, üstyapı bütün bir sene uğraşırım. Ben idari işleri yaparım fakat maçlarda hiçbir idareci bana müdahale etmeyecek.” Birbirlerine bakıp neden diye sordular. Futboldan bir örnek verdim. Bir gün Şeref Stadında bir maç oynayacaktık. Soyunma odasına ben de girdim. Abilerden biri geldi, takımı açıkladı. Çocuklar soyunmaya başladılar. Derken o çıktı, başka bir abi geldi. O bir oyuncuya, “Sen ne soyunuyorsun? Sen değil filanca kişi oynayacak,” dedi. Çocuk bozuldu tabii. Biraz sonra öteki arkadaş soyunurken ilk gelen abi, “Sen değil o oynayacak,” dedi. Böylece maçı alacakken 1-0 verdik. Bu örneği verdiğim zaman biraz durakladılar ve sonra, “Çık dışarı,” dediler. Ben dışarıdayken aralarında konuştular. Sonra tekrar çağırdılar. Gülüyorlardı. Bir tanesi enseme hafifçe vurdu. “Niyazi tamam, her şey senin, biz hiç karışmayacağız,” dediler.
Şarık Tara onu hiç unutamamış; yıllar sonra SEKA’da karşılaştığımızda, “Niyazi nasıl yendiniz bizi, hâlâ unutamıyorum,” demişti.
Ben hemen kolları sıvadım. O zaman Beden Terbiyesi İstanbul Bölge Müdürlüğü vardı, oraya gittim. Ortalık Galatasaray, Fenerbahçe idarecileriyle kaynıyor. Rahmetli Muhtar Sencer (Fenerbahçe basketbol şubesi sorumlusu), “Ne oluyor Niyazi, sen ne arıyorsun burada? Biz seni alacağız,” diye sordu. “Yok abi, Darüşşafaka takımı olarak giriyoruz biz,” dedim. “Ha iyi, öyleyse Galatasaray’a gitmeyeceksin,” dedi. Böylece lisansları çıkardık. O sezonun başında (1951-52) başladık maçlara. Hiç unutmam, favorilerden biri İstanbulspor, diğeri Şişli. Bunlarda eski oyuncular var. İstanbulspor’da Şarık Tara oynuyordu, uzun boyluydu. İTÜ’de okuyan birkaç çocuk da orada. Çok iddialılardı, biz İstanbulspor’u süpürdük. Şarık Tara onu hiç unutamamış; yıllar sonra SEKA’da karşılaştığımızda, “Niyazi nasıl yendiniz bizi, hâlâ unutamıyorum,” demişti.
Muhterem abi sarkmış beline kadar, neredeyse aşağı düşecek. Bana, “Niyazi, Hüdai’yi sok!” diye bağırıyor.
Şişli ile şampiyonluk için oynayacağız. Koç yok bizde, rahmetli Dilaver Uzgören abiyi oturtuyorum kenarda. İşaret ediyorum mola alıyor, adam değiştirme işareti yapıyorum, adam değiştiriyor. O da daha yeni intibak ediyor basketbola. Antrenör, takım kaptanı, malzemeci, hepsi ben. Ama Şevket’in de büyük emeği var, Allah için. Basketbolda guard oynuyorum. Bir yandan da voleybol oynuyorum. Okul müdürü Esat Altan’ın oğlu Özer iyi voleybol oynardı. Aynı gün Denizgücü ile voleybolda da final oynayacağız. Dilaver abiye, ‘Abi kiminle konuşacaksan konuş, basketbol maçını 10’a aldır, öğleden sonra 2’ye de voleybol maçını aldır,’ dedim. Basketbol maçı İTÜ Gümüşsuyu salonunda, voleybol Galatasaray’ın Hasnun Galip Sokak’taki salonundaydı. Ama önce hedef basketboldu tabii. Nitekim istediğimiz gibi oldu. Biz Şişli’yi perişan ettik, muazzam bir maç oldu. Hani idarecilere karışmayın dedim ya, bizimkiler hepsi dizilmişler balkona. O zaman dört faulde çıkılıyordu. Hüdai üçüncü faulünü alınca kenara aldım, saklıyorum. İkinci yarıda oynuyoruz; rahmetli Muhterem abi sarkmış beline kadar, neredeyse aşağı düşecek. Bana, “Niyazi, Hüdai’yi sok!” diye bağırıyor. Ben ona cevap veremiyorum, durup anlatmam lazım. Ben tabii hiç bakmadım, maçı kazanıp şampiyon olduk. Soyunma odasına girdik sevinç içinde. Muhterem abi geldi, “Niyazi tebrik ederim ama sana çok bozuldum,” dedi. “Ne oldu abi?” dedim. “Hüdai’yi sok dedim, duymadın,” dedi. Ben durumu izah ettim. O sırada yanına birileri geldi, “Tabii, Niyazi haklı,” dediler. “Doğru, sen bize karışmayın demiştin zaten, haklıymışsın,” diye konuştu. Sonra da beni tutup yanaklarımdan öptü.
Şevket çok iyi oyuncuydu ama sükseyi çok severdi.
Bütün o grup hep beraber salondan çıktık. Sandviç filan atıştırdık. Hasnun Galip Sokağında, Galatasaray kulübünün üst katında küçük bir salon vardı. Voleybol ve yıldızlar, gençler vs. basketbol maçları yapılırdı. Oraya gittik, Denizgücü’nü de yendik. Ben ondan sonra voleybolu bıraktım. Ben aynı zamanda altyapıda uğraşıyordum. Çok yetenekli çocuklar vardı. Erol, Veli, Güray çok yetenekliydi. Birinci Lige başladık. O zamanlar Beyoğluspor ile Kurtuluş derbi maçı oynarlardı. Bunlar Fener ile Galatasaray’a da kök söktürürdü. İlk maç Kurtuluş’u süpürdük. Zaten bütün İTÜ öğrencileri de bizi tutuyor. Niye tutuyor biliyor musunuz? Takımın en büyük oyuncusu, antrenör oyuncu benim ve 19 yaşındayım. Şevket çok iyi oyuncuydu ama sükseyi çok severdi. Normal turnike atacağına gider ters turnike atardı. Hele bir Modaspor maçı oynuyorduk daha sonra. Maç başa baş gidiyor. Bu bir ters turnike attı kaçırdı. Benim bileğim iyiydi herhalde, barfiks de yapardım. Benden korkardı, yakaladım mı bileğini bırakmazdım. Bunu sahanın içinde yakaladım. Kulağına gerekeni söyledim. “Tamam kaptan,” dedi. Ondan sonra normal turnike atmaya başladı ama yine bir yer geldi, ters turnike attı. Adam alışmış, huyundan vazgeçemiyor. Rahmetli çok sorumsuz ama çok sevimli bir çocuktu.
Niyazi bu daha çocuk, topu atabiliyor mu çembere? Değiştir onu
O zamanlar Galatasaray’a yenilmez armada deniyordu. Yalçın Granit, Cemil Sevin orada oynuyor. Bir Erdoğan Partener vardı, şahane bir oyuncuydu. Çok oturaklı bir fiziki yapısı vardı. Bizim okuldaki küçük salonda Pazar günleri kendi aramızda oynardık. O zaman bazen Yalçın Granit de gelirdi. Rakip takımlardık ama birbirimize saygımız vardı. O maçların olduğu gün idarecilere talaş böreği yaptırırdık. Sabah 10 civarında maç yapar, sonra gidip duşumuzu alırdık. Ondan sonra yemeğe oturur, konuşurduk. Ya birinci, ya ikinci sene yıldız takımı çalıştırıyordum. O takımda Alpay’ı (Öz) da oynatıyordum. O çift elle şut atardı uzaktan. Onu devamlı buna çalıştırırdım. O da inatla çalışırdı, iddialı bir yapısı vardı. O sene bir de serbest atış müsabakası yapılmıştı. Her takımdan üç kişi altmışar atış yapıyordu. Toplamına göre takım birinciliği yapılıyordu. O yarışma için kendimle birlikte Şevket ve Erol’u seçtim. Erol o zaman daha orta 2’de okuyordu. Çok cılızdı ama nasıl bir bileği vardı, ipek gibi. Sonra mühendis oldu, Darüşşafaka ile ilişkisini kesti. İTÜ salonunda oluyordu yarışma. Rahmetli Turgut Atakol o zaman basketbolun başındaydı. Takımı yazdırırken lisans yoksa nüfus cüzdanı veriyorduk. Erol’un daha lisansı yoktu, nüfus cüzdanını koydum. Turgut abi bana baktı, “Niyazi bu daha çocuk, topu atabiliyor mu çembere? Değiştir onu,” dedi. “Sen seyret onu şimdi abi,” dedim. Peki dedi ama benim hatırıma. Beni çok severlerdi çünkü hiç teknik faul almamıştım. Hakem faul çalardı, elimi kaldırırdım. İtiraz etsem kararını değiştirmez ki. Hatta bu benim hep lehime olurdu.
Alpay’a tedbir almaya başlayınca bu defa benim küçükler pıt pıt basketleri atıyorlar. Sonunda aldık şampiyonluğu.
Serbest atış yarışmasında bir kişi potanın altında durup hep topu atış yapana veriyor ama aynı periyotta vermesi lazım ki atış yapanın ahengini bozmasın. Şevket’in pasını ben veriyordum. Otuz atıştan sonra mola alınıyordu. Şevket 47 attı. Aslında eli benden düzgündü ama o gün nasıl olduysa atamadı. Ben otuzda otuz attım. Moladan sonra gene başladım. Kendisi az attı ya, kerata bana öyle bir top attı ki ben aşağı eğilip almak zorunda kaldım. Atış kaçtı. Üst üste üç tane kaçtı. Sinirim bozuldu ama bir şey söyleyemiyorsun çünkü hakem heyeti karşındaki masada oturuyor. Yalnız ağzımı biraz sinirli oynattım, o durumu anladı ve düzgün atmaya başladı. Ben 60’da 53 attım. GS’dan da bir çocuk 53 attı. Yalçın 57 attı. Ben onu geçebilirdim o zaman ama olmadı. Üçüncü adam olarak Erol yarışıyordu. Onun pasını ben atıyordum. Çocuk ya 52 ya 51 attı. Atışlar bitti, baktım Turgut abi geldi, sarılıp yanaklarından öptü onu. Takımlar arasında GS birinci, biz az farkla ikinci olduk.
Pazar günü yaptığımız maç yemeklerinde aramızda konuşuyorduk. Yıldızların ligi başlamadan önce teşvik müsabakaları oluyordu. Kadıköyspor vardı, iyi bir takımdı. Kavanoz Kenan diye meşhur bir idarecileri vardı. Her idareci kendi takımının şampiyon olacağını iddia ediyordu. Ben de, “Siz çok hayal kuruyorsunuz. Bizi niye hesaba katmıyorsunuz?” diye sordum. “Sizin çocuklar çok ufak,” dediler. “Olsun, maçlarda görüşürüz,” dedim. Teşvik maçları başladı ve sonunda finali Galatasaray’la Hasnun Galip’te onların salonunda oynadık. GS’lı idareciler oynamışlar nüfus cüzdanlarıyla. Onların takımında iri iri çocuklar var. Fakat bizde onlarla uğraşacak idareci yok, daha yeni yeni Dilaver abi olaya müdahale etmeye çalışıyor ama o da bir yere kadar. Daha tam pişmemiş yönetici olarak. Neticede topu çeviriyoruz, Alpay dışarı çıkıyor. Kesemiyor tabii o sırık gibi çocuklar. Ribauntları alıyorlar ama Alpay dışarı çıkınca oraya yetişemiyorlar. Şutu bir atıyor – şıf! – içerde. Yalçın Granit, “Bırakın o kadar uzaktan atamaz!” diye bağırıyor. Alpay şak atıyor, şak atıyor. Alpay’a tedbir almaya başlayınca bu defa benim küçükler pıt pıt basketleri atıyorlar. Sonunda aldık şampiyonluğu.
Eskiden bu maçı bilen ağabeyler beni gördüler mi hep söylerler, ‘Niyazi, o turnikeyi atamadın,’ diye.
Galatasaray ile unutulmaz bir dört temditli maç yaptık. Yine İTÜ’nün taş salonunda oynuyoruz. Fanatik seyircilerimiz vardı; hele bir Kamyon Salih abimiz vardı kaç defa polisler tarafından salondan atıldı. Çok şeker bir insandı ama kaybediyordu kendisini. Maç başladı, biz GS’ı duman etmeye başladık. Şaşırdılar. Erdoğan Partener atıyordu şutları genelde. O maçta ben tuttum onu. Aslında Yalçın’ı tutardım. Diğer maçlarda 20 sayı atıyorsa Darüşşafaka maçlarında 10 sayı atabilirdi. Partener bir ara, ‘Niyazi yeter artık yahu, yapıştın sülük gibi,’ dedi. Moralleri bozuldu, yeneceğiz. Fakat devre oldu, ikinci yarı bir türlü başlamıyor. Meğer Yalçın’ı getiriyorlarmış. Her şey ellerinde masa, hakemler. Hakem kim? GS’lı İlhan abi. Öyle bir durum ki, GS istediğini yaptırıyor. Yalçın sahaya çıkınca bizim seyirci onun aleyhinde çok sert tezahürat yapmaya başladı. Şevket ona gidip sarıldı, öptü. Ben de hafifçe bir omzuna dokundum. Maç bitmek üzere, top benim elimde. Karşımda sol tarafta Cemil abi var. Boy pos yerinde ve çok atletikti Cemil abi, Darüşşafakalı abimiz. Durdu, ben baktım beni kesecek, faul yaptırayım dedim. Maçın bitmesine artık 10 saniye filan kalmış. Ortada dönen bir saat var o zamanlar, Dilaver abi de kenardan şu kadar kaldı diye zamanı söylüyor. Ben faul yaptırmak üzere daldım ama Cemil abi çok akıllıydı. Benim üzerime çıkar gibi yaptı, bir çekildi; bende denge bozuldu. Topu turnikeye bıraktım ama çemberde döndü döndü çıktı ve maç berabere bitti. Eskiden bu maçı bilen ağabeyler beni gördüler mi hep söylerler, ‘Niyazi, o turnikeyi atamadın,’ diye.
Yanlış potaya atıyorsun,’ diye bağırıyorlardı ama bana hiç menfi tezahürat yoktu
Batur’u genç takımdan A takıma ilk kez o maçta almıştım. Heyecandan titreye titreye oynuyor. Birinci temditte buna faul yaptılar. Uzatma bitti, iki atış yapacak. Baktım çok heyecanlı, potalı at dedim. O da öyle bir atış yaptı ki, neredeyse potayı kıracak. Girmedi atışları. Oyun dört kere uzadı. Artık bizim çocuklar da yoruldu, GS’lılar da yoruldu ama Yalçın mecbur kalıp çok uzaktan iki şut attı, ikisi de girdi. GS o şekilde aldı maçı. Ama maç bitiminde bakın ne oldu: rahmetli Sadi Gülçelik, Erdoğan Partener ve diğerleri bizi omuzlarına alıp salonun içinde gezdirdiler. Bizim seyirci de GS’lı oyuncuları alkışlamaya başladı.
Darüşşafaka’yı bitirdikten sonra Orman Fakültesine girmiştim; gerçi bir süre sonra devam etmedim ama FSN’de Fen Fakültesine giderdik. O zaman tabii kalburüstü basketçiyiz. Talebe birliğine üyeyiz. Ben voleybol da oynardım. Müstakbel eşimin de içinde olduğu bir voleybolcu grubu vardı. Galatasaray’da oynayan Yiğit Ayaşlıoğlu da o grubun içindeydi. Biz o grupla arkadaş olduk. Voleybol antrenmanları, maçlar derken eşim Mübeccel hanımla da tanıştık. 1955’te ben yedek subaya gittim ve İstanbul’u çektim kurada. Karagücü’nde Darüşşafaka’ya karşı bile oynadım. Hatta ‘Yanlış potaya atıyorsun,’ diye bağırıyorlardı ama bana hiç menfi tezahürat yoktu. Bir pas atıldığı sırada elimden kaçırdım, Hüdai kapıp basket yaptı. Bizim takımda Ertem Göreç vardı, sinirlendi bu duruma. Ayrıca Galatasaraylı Sağman Belgerden de vardı bizde. Beni tanırdı, o pası kasıtlı olarak kaçırmayacağımı bilirdi. Ertem sinirlenince, o da onu tersledi.
Zaman zaman Ankara Sanat Tiyatrosu kurucusu ve Galatasaray Lisesi mezunu Asaf Çiğiltepe bizde oynardı
Askerden döndüğümde yine takım kaptanıydım. 1950-57 senelerinde askerlik hariç kaptanlık hep bendeydi. Zaman zaman Ankara Sanat Tiyatrosu kurucusu ve Galatasaray Lisesi mezunu Asaf Çiğiltepe bizde oynardı. Muammer diye bir arkadaş vardı, tıp fakültesinde profesör oldu. Bakırköylü Yılmaz diye bir arkadaşımız vardı. Daha sonra hakemlik yapan bir arkadaşımız vardı (Hikmet Erdem). Bir de müdürün oğlu Özer Altan vardı. Darüşşafaka takımına dışarıdan giren çok azdı. Nami Gönenç de ilk senelerde oynadı. Sonra İzmit Lisesine gidince takımdan uzak kaldı. Benden bir sınıf büyük olan Atilla Erten Vefa’ya gitmişti. Onunla karşılıklı oynadık. Darüşşafaka daha sonra Vefa’yı yenmeye başladı.
1957’de geldim, tekrar oynamaya başladım. Bir şeyler var ama çözemiyorum. Bir müddet sonra çözdüm. Rahmetli Süreyya Yücelge abimiz büyük takım kurma hevesine girmiş. Süha Özgermi de ilgileniyordu takımla. Darüşşafaka çok şöhret olunca herkes ilgilenmeye başladı. Yeşilköy’de bir maçta duydum, Yalçın’ı getirecekler, Erdoğan Karabelen’i ve daha birkaç oyuncuyu transfer edecekler. Fakat spor salonu için toplanan para bitecek. Beni FB transfer etmeye çalıştı, gitmedim. GS da beni istiyor. Birinden birine gitmeyeyim diye de hep peşimdeler. Milli takım aday kadrosuna çağrılıyorum ama sonra hep makaslanıyorum. Transfer edecekleri zaman milli yapacağız deyip alıyorlardı oyuncuları. Yeşilköy’de o maçta oynuyoruz. Top bir ara Batur’un eline geldi. Bana vermesi lazım, Şevket, ‘Verme o herife!’ dedi. Ben de onun üzerine, ‘O herife ver pası’ dedim ve çıktım. Hiçbir şey söylemeden giyindim. Doğru okula geldim. Eşyalarımı topladım. Süreyya Abi’nin odasına girdim. ‘Türkiye şampiyonu olabilirsiniz ama sonra küme düşersiniz. İlk önce Batur Fener’e gider, Nedret nereye gider bilmiyorum’ dedim – nitekim Nedret, Dursun, Batur, Hüdai; hepsi gittiler. Hoşça kal deyip çıktım.
İdareciler destek için ona gitmişler, o da bir şartla kabul ederim, rengini yeşil-siyah yapacaksınız diyor.
Eve geldim, eşime İstanbul’dan gidelim dedim. Eşim Kanlıca’da doğup büyümüştü, matematik öğretmeniydi. ‘Olur ama deniz kenarında bir yere gidelim,’ dedi. Sonuçta İzmit’e tayinimizi gerçekleştirdik. Ben de bankaya girdim. Orada Kocaeli basketboluna el attım. Yerel gazeteler hep Darüşşafakalı Niyazi diye yazılar yazdı. Metin Tekin’in babası avukat Tarık Tekin arkadaşımdı. Kocaeli bölgesi masa tenisi şampiyonluğu vardı. Bir müddet küçük Metin’in de hocalığını yaptım. İzmit’te önce Kağıtspor’un basketbol takımını kurdum, derken Kocaelispor kuruldu. O zaman belediye başkanı Enver Atafırat abi Darüşşafaka mezunuydu. İdareciler destek için ona gitmişler, o da bir şartla kabul ederim, rengini yeşil-siyah yapacaksınız diyor. Kocaelispor kurulduktan bir sene sonra, ‘Basketbol takımı kuruyoruz, bize gel,’ diye haber geldi. ‘Kağıtspor’dan izin alın, verirlerse kurarım,’ dedim. Kulüp izin verdi. Böylece ikisini de çalıştırmaya başladım. Bütün gün mesaideyim, gece 10’a kadar salonda çalışıyorum. Eşim de lisede öğretmenliğin yanı sıra gece okulunda ders veriyordu. O da basketbola meraklıydı. Benim çalıştırdığım bütün kız takımlarının idarecisi eşimdi. Sonuçta Kocaelispor basketbol takımını kurduk. Benim kendi çocuklarım da orada oynamaya başladı. Kocaelispor kız takımıyla Türkiye dördüncülüğü kazandık. Genç takımı da Türkiye şampiyonasına götürdüm.
Tam lise maçları başlayacağı sırada Vancouver Koleji yetkilileri Türkiye’ye geldi, onu seçip götürdü.
1980’de emekli olacaktım. Alpay işi icabı sık sık Seka’ya gidip geliyordu. Bir gün Kadıköy Efes çarşısındaki lokalde toplantıya çağırdılar beni. Çetin Berkmen, Batur, Alpay, Ergin Gömüç filan vardı toplantıda. “Darüşşafaka Spor Kulübüne hiç itibar kalmadı, yeşil-siyah öğrenciler için hiçbir şey ifade etmiyor” dediler. “Spor yoluyla okula girip çocuklara Darüşşafaka’nın kutsiyetini, ağabeylik-kardeşlik ilişkisini tekrar hatırlatmak lazım” dediler. Ben Batur’u görevlendirin dedim ama o, “Ben iş hayatından başımı kaldıramıyorum,” dedi. “Emekli olacakmışsın, gel Darüşşafaka’ya el at,” dediler. Beni o toplantıda bayağı işlediler. Neticede ben emekli olup Darüşşafaka’ya geldim. Hem kulüp müdürlüğü hem okulda spor koordinatörlüğü yapacaktım. Beş yıl görev yapma sözü vererek 1980 Haziran’da geldim okula. Sir ile aramız çok iyiydi. Okula o sene giren çocukları, alıştırmak için yazın on beş günlüğüne İznik’te Darka tatil köyü yanında kampa götürmüşlerdi. Kamp çadırlarını Sir kurdu, tuvaletleri erkek izcilerle birlikte o yaptı. Yemekhanemizi, mutfağımızı kurdurdu. İlk önce kızlara, sonra erkeklere kamp yaptırdık. Kız yıldızlar basketbol, masa tenisi ve kros takımları; bunlar gelecek mevsim müsabakalara katılacak olan takımlardı. Beden eğitimi öğretmeni Kurtul Kantar ve kızlarda Çiğdem Hoca, antrenör olarak İsmail Çiftarslan’ı, bir hemşire, bir aşçıbaşı, bir gece bekçisi ve bir mübayaacı götürdük. Kurtul hocanın büyük emekleri vardı. Mübayaa memuru Darüşşafaka’ya çok büyük hizmetler veren rahmetli Emin Yünsel idi. Bir süre önce kaybettik Emin’i. Rahmetli Emin, bir kuruş haram yememiş, mükemmel bir insandı.
O kamplarda yetiştirdiğimiz iyi oyuncular vardı. Erkeklerde Kerem vardı, pivot olarak hazırlamıştık. Tam lise maçları başlayacağı sırada Vancouver Koleji yetkilileri Türkiye’ye geldi, onu seçip götürdü. Ertesi sene kızlarda Müge Özacar’ı hazırlamıştım, onu aldı gitti. Onu beş numara oynatıyordum. Ondan başka boylu kız yoktu. Bunlar İstanbul şampiyonu oldular. Yıldızlarda İstanbul üçüncüsü oldular. Eskişehir’de Türkiye şampiyonasına gittik. Birinci olamazdık, çok boylu kızlar vardı. Üçüncülüğü hedeflemiştik. Fakat bizim kızlar da çok atletikti. Pelin yıldızlarda okullar arası yüksek atlama şampiyonuydu. Pınar 100 metre şampiyonuydu. Feza 200 metre şampiyonuydu. Kros takımında İstanbul şampiyonu olmuşlardı.
İki sene içinde kulübü düzene oturttuk. SSK’dan tebrik mektubu aldık.
Beş yıl dolduğu zaman gidiyorum dedim. Gönen’in deniz kıyısında bir kampın müdürlüğünü yapmak üzere giderken Darka’ya uğramıştım. Daha önce rahmetli Rauf Alasya abimiz amatörce orada yöneticilik yapıyormuş. Oradaki arkadaşların ikna etmesiyle Darka tatil köyünün ilk profesyonel yöneticisi oldum. Oraya çok emek verdim. Sahile Antalya’dan getirttiğim palmiyeleri diktim. Çok dost edindik orada. Sonra çocuklarım iş kurunca beni oradan alıp işlerinin başına aldılar. Fakat o işler fazla yürümedi. Spor tesislerinin inşaatı sırasında Çetin Berkmen’in isteğiyle 1996’da kulüp müdürü olarak göreve başladım. Kulüpte çalışanların sayısı otuzu geçti. Basketbol okulları var onların antrenörleri, bakıcıları, grupların birer amiri var. 7-10 yaşındaki çocukları tek başına bırakamazsın, onları evden alıp geri getirenler var. Bunların hepsini sigortalı hale getirdik. Nasuhi Ünlü’yü yardımcım olarak aldım. Erdoğan Karabelen’i spor okullarının başına getirdim. İki sene içinde kulübü düzene oturttuk. SSK’dan tebrik mektubu aldık. Kasım 2002’de kulüp müdürlüğünü bıraktım. O sırada Yakacık’taki rezidansın müdürü Necdet Bey vefat etmişti. Rezidansın müdürlüğünü üstlendim ama bir takım anlaşmazlıklar sonucu dokuz ay sonra bu görevi de bıraktım.
Uzun süren tarih ve portre görüşmemizde Niyazi Turan net anlatımı ve fiziksel dinçliği ile dikkat çekti. Bu aralar eşi ve kendisi Yalova’da kızlarıyla birlikte yaşıyorlar.
*Giriş notu için İsmail Çiftaslan’a (DŞ 78) teşekkür ederiz
fa/ök/kk Nisan 2016