“Bitmeyen Sevda YEŞİL SİYAH, Darüşşafaka’nın Spor Tarihi” meraklılarına ulaştıkça onlardan bir iki cümle ve resim istiyorum paylaşmak için… Serpil notunu yazarken kitaptan yola çıkıp çok güzel yansımalar çizdi hayatından. Öyle bir yazının kısa kalmasına razı gelemedim ve Serpil’den genişletip portreye dönüştürmesini isteyince bu güzel kompozisyon çıktı ortaya. Buyrun; biraz kitap, biraz hayat… (ök, mart 2017)

…yapıtın çok ciddi bir sorumlulukla ele alınıp özenli emekler sarf edilerek hazırlandığını gösteriyor.

Adresime ulaşan koliyi açtığımda, ilk kez, Darüşşafaka üzerine, bu denli ağır, iddialı ve emek yoğun bir yapıtla, bir kitapla karşılaşmamın verdiği bir ürperti ile ona dokundum. Sayfaları huşu içinde çevirip merakımı gidermek için önce hızla başından sonuna kadar göz attım. Çalışma masamın üzerinde açık olarak duran bu değerli yapıtı kitaplıkta hangi rafa yakıştırabilirim, nereye koyup düzgün bir şekilde muhafaza edebilirim diye düşündüm…

Beyaz sayfa üzerinde yeşil ve siyah renklerle yazı, sütun ve grafiklerin renklendirilmesi çok anlamlı olmuş. Kâğıt kalitesi, kapak ve giriş sayfalarının grafiği, iç sayfalarda da estetik ve görsellik seviyesini koruyan grafik düzen ile okuyucuya haz veriyor. Sanırım Darüşşafakalı olmayanlar da bu yapıtı keyifle okuyacaklar. Yanı sıra içerik düzenlemesi, genel anlatım plânı, kaynakça ve dizin yapıtın çok ciddi bir sorumlulukla ele alınıp özenli emekler sarf edilerek hazırlandığını gösteriyor.

1950’ler, 1960’lardaki spor öykülerimiz 1940’ların olanaksızlıklarını izleyen yıllar olarak şaşırtan başarılara imza atılmış olmasıyla son derece ilgi çekici. 1950-51 sezonunda şampiyonluk alınmış. Şahane fotoğraflar var ve ulaşılan kaynak bilgiler son derece yeterli seviyede. Kitap boyunca kaydedilmiş bilgi ve anlatılar, spor tarihimizle ilgili çok çeşitli açılardan benim için oldukça aydınlatıcı oldu.

Bu maçı hayatım boyunca unutamadım
Özellikle de Darüşşafaka kadın basketbol takımının sahalara ilk kez 1969-1970’te çıktığını, bunun da kaynağının Milliyet gazetesindeki bir haber olduğunu şaşırarak okudum. O yıllara damgasını vuran parasızlık sıkıntıları ve Cemiyetin Kulüp takımına olumsuz yaklaşımı kadın takımının etkinliğini güçleştiren nedenler. Oysa ben ve okulun yıldız kızlar basketbol takımındaki arkadaşlarım, Darüşşafaka’ya bizden önce kız öğrenci alınmamış olması nedeniyle kulüp takımının geç kurulduğunu sanırdık. 1975-76’da okul yıldız takımından bazılarımızı kulüp takımında oynatmak üzere lisans çıkarılacağını söylediler ve bu girişim gerçekleşti fakat, o lisansları biz hiç görmedik. Bir başka kulüp takımıyla bir maç yaptığımızı anımsıyorum. Okul takımımızın en iyilerinden oluşan bir takımla oynadık. Bu maçı hayatım boyunca unutamadım. Boyları ve cüsseleri bizim iki katımız olan ve rüzgâr gibi top süren karşı takım oyuncuları bizi ağlamaklı yapmıştı. Bu maçı bize belki de okul takımının kulüp seviyesi ile oyun gücünü karşılaştırmak amacıyla yaptırmışlardı. Çok kötü hissediyorduk; yediğimiz sayılar ardı ardına artıyordu. Umutsuzluğun ve düş kırıklığının bize verdiği sağduyudan olsa gerek, artık maç bitmek üzere iken, sakince önce topu kapıp (topa elimizi zor sürüyorduk) oyun kurup son pası verdik. Pası alan arkadaşımız hırsından çıldırmış bir şekilde topu bizim sahadan karşı sahaya tek başına götürüp maçtaki tek sayımızı, şeref sayımızı attı ve maç sona erdi. Bizi ezmişlerdi ama bir sayı atabilmiştik; azıcık da olsa gururlanabileceğimiz bir duruş sergilemiştik.

tadı damağımda kalacak kadar severek oynamış bir okul takımı oyuncusu olarak okudum

Darüşşafaka Spor Tarihi kitabını okula alınan ilk kızlardan birinin gözüyle okudum. Daha defalarca okuyacağımı biliyorum. Aynı zamanda da basketbolu orta okul ve kısmen lise yıllarımda tadı damağımda kalacak kadar severek oynamış bir okul takımı oyuncusu olarak okudum. Darüşşafaka 1970-71’lerden sonra karma bir okul oldu. Kız öğrenciler ancak bu tarihlerden sonra “ilk” leri, yani daha zorlu olan süreçleri gerçekleştirmek zorundaydılar. O dönemlerde kız öğrencilerle erkek öğrencilerin etüt salonlarının ayrılması gibi uygulamalar gündemde iken, basketbol ve voleybolda kız öğrencilerin teşvik edilmelerinde çok farklı sosyal sorunların da, maddi sorunlarla iç içe geçerek etkili olması şaşırtıcı değildir. Kız sporcular olarak bir geçmişimiz yoktu;  bize deneyim aktarabilecek ablalarımız ve kurumsal bir spor alt yapımız yoktu; biz “ilk” kızlardık, hem kıymetliydik, hem örnek duruş sergilemekle yükümlüydük, sınırlar vardı.  Gönül isterdi ki, kız basketbol takımı (ya da voleybol, vs…) olarak spor tarihimize şampiyonluklar ekleyebilseydik.

Yıldız Kızlar Basketbol Takımı, 1974. Soldan arka sıra : Nilay Süngü, Nalan Özübek, Aytaç, Serpil Durak; alt sıra : Bilge Konuk, Belma Demiray, Fatma Atay, Serpil.

…kız sporculara biraz daha fazla söz verilmeliydi

Bu bağlamda, spor tarihi kitabımızda kız basketbol ve voleybol okul takımlarının biraz daha ayrıntılı fotoğraf ve röportajlarla tanıtılmış olmasını gözlerim aramadı değil.  İki-üç fotoğraf ve çok genel, yüzeysel söz edişle, kız öğrenciler hakkında basketbol ve voleybola sanki ilgi göstermiyorlarmış gibi bir izlenim ediniliyor. Biz ilk kızlarla oluşturulan ve sonrasında genişleyen, kuşaktan kuşağa aktarılan kız takımları deneyimlerinin ne olduğu, nasıl olduğu onlara bizzat sorularak, sözü en son bugün okul takımında oynayan kız kardeşlerimize vermek süreci çok güzel gözler önüne serebilirdi. Bu da bundan sonra bayrağı devralacak olanlara iyi bir teşvik olurdu. Kitap genelinde sunulan spor tarihine göre,  Darüşşafaka salt erkek okulu olmuş gibi; kızlar da alınmış sonradan fakat onların ne yaptıkları pek de belli değil, ya da kayda değer değil… Kayda değer olmasa da, gelecek kuşaklara devredilecek spor zihniyeti ve sergilenmesi gereken duruş açısından kız sporculara biraz daha fazla söz verilmeliydi. Bugün eğitimini sürdüren kız kardeşlerimizin, daha önceki kuşakların, döneme ilişkin sorunlara karşın çabaladıklarını bilmeleri onlar açısından önemlidir.

12 Kasım, 1975; Özel Kadıköy Kız Koleji ile maçtan önce… Soldan arka sıra : Belma Demiray, Ferda Adanır, Serpil Durak, Nilay Süngü, Aytaç, Nalan ?; ön sıra : Nesrin Beyazıt, Fatma Atay, Cavidan Hansen, Serpil, Bilge Konuk.

Fakat, bu sevda bitmeyen sevdadır

Her çalışma, her üretim bizleri deneyimlerle zenginleştirir. Bu kitap da baştan sona muhteşem bir belgesel oldu. Bir dönemi kayıt altına aldı, hem de sıradışı bir tarzla… Emeği geçen özverili Darüşşafakalıların ve destekleyenlerin ellerine sağlık, teşekkür ediyoruz. Fakat, bu sevda bitmeyen sevdadır; spor tarihimiz de, Daçkamızın tarihi ile birlikte sonsuza koşmaya devam edecek;  bizlere de yazmak ve belgelemek düşer. Daçkalı olmanın öyküsü, her birimizin geçmişinde, bugününde ve geleceğinde yaşamakta…

Daçkalı Olmak;  İlk Kızlardan  Olmak…

Kısa saçlarım, günlüğüm

Oniki yaşımın saflığıydı

Yanımda götürdüğüm

Elveda Kadıköy’üm

Elveda çilekeş anacığım

Merhaba hüzün

Geçtim huşu içinde

Görkemli demir kapıdan

Surlar ardı kale meydanına

Kararmış zincirlerin şakırtısı

Haykırdı, otorite olduğunu

Ardımda kapanan kapının

Zor olmadı yenmek utancımı

Hepimiz çıplaktık

Hepimiz haşarı, çocuksu

Mutlak yaralı

Beyaz çoraplıydı

Kızların bacakları

Ben de onlardandım

Büyüdüm sandım ansızın

Arka sıra soldan : Serpil, Ülkü, Selma; ön sıra : Fatma, Gülay, Sertaç. Havuzun orada sohbetler… 1972.

Otururken dizlerimi kapadım

Afacan oğlanlar da vardı

Kaptırıp gönlümü kaç kez

Boylu poslu asi bakışlılara

Bir türlü anlayamadım

Hangisi yakındı aşka

Gelince yaşımız onbeşe

Kutsal bakireler olduk

Duvarlar örüldü çareymiş gibi

Ayırmaya erkeklerden bizi

Avutabilir miydi taş duvarlar

Tutsak edilen düşleri

Vazgeçilmez sevileri

Yakışır mıydı çocuklara

Korku duvarları

Çare dersleri boykotta

Bir puttu özgürlük

Taş duvarlar ardında

Yanılsamalar, tek boyutluluk

Cigara dumanı, ter kokuları

Bitimsiz tartışmalar:

Devrimci durum var mıydı

Bir arayışlar ülkesindeydik

Zorlu bir başkaldırıydı

Ayrımsanışıydı gizin

Uzandıkça simdi

Buğulu seyrine

Öfke ve gözyaşı günlerinin

Teslim olurum ılık duygusuna

Usumda canlanan hayalin

İşaret parmağı havada

Pos bıyıklarında tüm bir yaşam

Bilge hocamızdır konuşan

Sıradan yaşamların buzulunda

Üşüdükçe yüreklerimiz

Besleniriz hala

Bu tılsımlı geçmişle

Ve başlar dünya

Bu geçmişin diliyle

Böyle yaşadım

Sekiz yılını ömrümün

İnanmadığım tarihi ezberledim

Yabancı diller öğrendim

Uzak bir yatılı okula gittim

Artık başka bir bendim

Kendimi tanıdım, kendimi bildim

Bir öyküyü anımsatıyor

Bir zamanlar anlatılan

Oysa aşktı, yadsımaydı aslolan

Gün doğumları, akşam alacalarıydı

Anılarda kalan

Gücün ve güçsüzlüğün pınarı

Güzellikti

Yanımda götürdüğüm

Çıkarken görkemli kale kapısından…

 

 

“Harikalar Diyarında” yolunu arayan birer Alis idik

Biz, Daçka’lı ilk kızlar, hepimiz aslında “Harikalar Diyarında” yolunu arayan birer Alis idik. Bizleri geleceğe götüren büyülü bir diyarda uçuşan, yolunu arayan birer Alis. Küçüktük, mazlumduk, korktuk, üzüldük, sevindik, büyüdük, öğrendik, anladık ve sekiz yılda geçtiğimiz yollar bize gizemli bir kapıyı keşfettirdi, onu açtık, yaşamın içine adım attık…

Benim öyküm yolu Darüşşafaka’da kesişenlerin ortak öyküsü… Birimizin öyküsü aslında hepimizin öyküsü…

İlkokula gittiğim yıllarda giderek daha çok farkına vardığım ve beni en çok üzen bir durum öteki çocuklar gibi dayanabileceğim, bana güven veren bir babam olmamasıydı. Annem bütün yaşamını bana ve ağabeyime adamış, bize hem anne hem baba olmaya çalışıyordu. Annemin ileriyi görmesi sayesinde, anneannem ve dedem memleketleri Tokat-Zile’den İstanbul’a gelmişlerdi. Böylece annem benim ve ağabeyimin şehir kültürü ve eğitimi alarak yetişmemizi sağlayacaktı. Fakat şehir yaşamı insanları daha da yoksullaştırıyordu; bağ-bahçe ile memlekette kendi yağı ile kavrulan insanlar şehir hayatının ağır maddi koşullarında doğal olarak çok zorlanıyordu. Biz de zor zamanlar yaşıyorduk.

 

1966, Kadıköy, Yel değirmeni, Nuh bey sokak… Şimdi İmam Hatip lisesi olan Özdemiroğlu İlkokulunda kırmızı kurdele takıldığında…

 

…kadınların değeri konusunda kafam karmakarışık olmuştu

O günlere baktığımda, ailemin erkeklerinde, özellikle dayılarımın, bizlere, yani anneme, ağabeyime ve bana yalnızca kaba bir “namus” anlayışı ile yaklaştıklarını ve bunun bende ne derin izler bıraktığını görüyorum. Bu durum,  onların küçük kasaba yaşamında yetişmelerinin hayat görüşlerini daraltmasının bir sonucuydu. Annemin,  bırakın bir işe girip çalışmasını, bakkala dahi gitmesini yasakladıklarını, benim küçücük yaşımda giydiğim elbiseleri etekleri kısa diye üzerimdeyken yırttıklarını ve evdeki tek huzursuzluk konusunun hep bu konu olduğunu hala içim sıkılarak anımsarım. Büyük dayımın ziyaretimize geldiğinde, “Neden terliklerimi vermedin?” diye bana tokat attığını anımsarım. Küçük bir çocukken karşılaştığım bu baskı ve zorlamalar benim içe dönük bir karaktere dönüşmemin en büyük nedenidir. İnsan olarak kendi değerim ve kadınların değeri konusunda kafam karmakarışık olmuştu. Annem bir işe giremezdi; ataerkil anlayışa göre namuslu kadınlar evlerinden çıkmamalıydı. Fakat ne ilginçtir ki, hayatımıza bu kuralları zorla dayatan dayılarım, bizim nasıl geçineceğimiz sorunu ile hiç ilgilenmezlerdi. Annemin gözleri hep yaşlıydı.

…mandolin alıp beni okulumdaki müzik kursuna gönderdi

İlkokuldaki sınıfımdan bir kız arkadaşımın doğum gününe gittiğimde, onun mini eteği ve şık kıyafeti ile bizlere piyano çaldığı sahne hafızamda hiç silinmeyen bir yer edinmişti. O kadar imrenmiştim ki, annem ne yapıp yaptı, bana bir mandolin alıp beni okulumdaki müzik kursuna gönderdi. Bir yıl gidebildim. Kocaman bir çocuk orkestrası vardı. Gitarlar, pançolar, mandolinler, flütler ve bateri… hayatıma müzik sevgisi böylece girdi. Halk Eğitim Merkezinde konserler vermiştik. Ertesi yıl gidip müzik öğretmenime artık devam edemiyeceğimi, maddi durumumuzun yetersiz olduğunu söyledim. Yüzüme uzun uzun baktı ve,  “Önemi yok, sen derslere devam et,” dedi. Durumları iyi olan başka çocukların yanında bana öğretmenimin söylediği bu cümle beni çok minnettar hissettirdiyse de, o sırada diğer çocukların beni sorgulayan bakışları içime işlemişti. “Hayır,” dedim kendi kendime, “ben bu şekilde kursa devam edemem.” Bir daha müzik kursuna gitmedim, fakat o eğitimle yüreğimde yer eden müzik sevgisi asla silinmedi.

İşte böyle bir açmaz içinde, annem gizli gizli iş arıyordu. Eve yakın bir mağazada tezgâhtar olarak işe başladı, bunu öğrenen dayılarımın her gün bir dedektif gibi kendisini sokaklarda takip ve taciz etmelerine karşın direndi. Nakış makinalarını kullanmayı öğrenerek borçlanıp bir makine aldı ve evde iş yapmaya başladı.  Bizi çok güzel giydirmeye hep özen gösterirdi.

Evimizin karşısındaki bahçe içindeki evde bizim de çocuklarıyla arkadaş olduğumuz bir deniz albayı ve ailesi otururdu. Bana ve kendi kızına matematik problemleri sorar ve bizi yarıştırırdı. Bir gün eşi ile annemi evlerine çağırıp Darüşşafaka diye bir okuldan söz etmişler. Yerini tarif edip mutlaka ağabeyimi götürmesini söylemişler. Anneciğim bu işi bile dayılarımdan gizlice, sanki suç işliyormuş gibi yapmak zorunda kaldı. Bunun için çok hırpalandı, baskılarla karşılaştı. Büyük dayımız taksi şoförü idi ve ona kalsa ağabeyimin okumasına ne gerek vardı; gidip ara sıra onun arabasını yıkar, üç beş kuruş kazanırdı. Bu annemi en çok üzen cümle olmuştu. Bu sözler onun direncini ve öfkesini daha da artırdı. Sonuçta önce ağabeyim, ertesi yıl da ben Darüşşafaka’lı olduk. Bize en büyük iyiliği kendi dayılarımız değil işte bu karşı komşumuz olan Albay Fuat Mutlu ve eşi Göksel hanım yapmıştı. Darüşşafaka’da okuduğum sekiz yıl boyunca dayılarım bir kez bile beni ziyaret etmemiştir.

ardımda bıraktığım annemi çok merak ediyordum

Darüşşafaka’ya girmem bende iki tür etki yaptı: Öğretimin yanı sıra konfor, her tür sosyal etkinlik olanağının sunulduğu bir yere gitmiştim ve evdeki kaygılarla dolu yaşamımdan uzaklaşmıştım. Pazar günleri erkenden okula gidip basketbol oynamaya bayılırdım. Fakat diğer taraftan da ardımda bıraktığım annemi çok merak ediyordum. Çünkü onu hep ağlarken gözümde canlandırabiliyordum. Ben orta 1. sınıfa geçtiğimde annem bana bir evlilik yapmayı düşündüğünü söyledi ve benim fikrimi sordu. Ben anneme “Eh, senin için iyi olur,” diye yanıt verdim. “Ama yavrum ben sizler için bunu yapacağım, yoksa düşünmezdim,” diyen anneme, “Bana Darüşşafaka bakıyor, başkasına gerek yok,” yanıtını verdim. İşte, bu, Darüşşafaka’nın benim yaşamımdaki yeri idi: Dayanabileceğim bir babam yoktu, fakat ben bir Darüşşafaka’lıydım…

Hazırlık sınıflarındayken Darüşşafaka binasının koridorları gözümde bir uçtan öteki uca uzar giderdi… Duvar diplerinde yürüyerek koridorlarda ilerlerken yeni yaşamımın önümde açacağı yepyeni yolları seziyor gibiydim. Biz 13 yaşımızdayken 19 yaşında olan ağabeylerimiz gözüme upuzun boylu, kocaman adamlar gibi görünürdü. Onların bize göre ne çok şey öğrenmiş olduklarını düşünür ve onlara çocuk bakışımla kendiliğimden saygı duyardım. Öğle teneffüslerinde koridorları saran klasik müziğin bende yarattığı büyülü etkisi, müzik kulübündeki ağabeylerimizi gözümde daha da yüceltmeme neden olurdu. “Ya, ne güzel, soru sorabileceğim bir sürü ağabeyimiz, öğretmenimiz var,” diye düşünürdüm. Hepsini belki de geride bıraktığım ailemin erkeklerinden, örneğin dayılarımdan çok daha yakın bulurdum kendime. Bir sorunum olursa yardımsız kalmayacağımı hissederdim.

Daçkalı arkadaşlarımdan hiç ayrılmadım

Darüşşafaka, benim yaşamıma ışık saçan yepyeni bir sayfa, bir başlangıç oldu. Ardımda bıraktığım tutuculuğu, muhafazakarlığı, baskı ve şiddeti yenebileceğimi, kendi yazgımı tayin edebilmeyi bana öğretti, kendimle ilgili farkındalığımı geliştirdi ve bana her insanda olması gereken asalet ve öz saygı duygusunu aşıladı. Bu anlamda Darüşşafaka benim için yalnızca bir öğretim yuvası değil, bir yaşam okulu olmuştur. Evet, Darüşşafaka’da öğrendiğim yabancı dil benim yaşam standardıma çok büyük katkıda bulundu, fakat bana yaşam mücadelemde gerekli olan manevi gücü ve öz güveni Darüşşafaka sağladı. Bunun için mezuniyetimden beri hep Darüşşafakalı olmaktan gurur duydum ve Daçkalı arkadaşlarımdan hiç ayrılmadım.

 

Kendi ailelerimizden çok daha fazla Darüşşafaka’daki ailemizle yaşıyorduk. Acı, tatlı, günlük yaşamın tüm motiflerini birlikte oluşturuyorduk. Hazırlık birinci sınıfta iken bazı arkadaşlarım yatakhanede geceleri sessiz sessiz göz yaşı dökerdi, bir yandan da pencereden görünen Kız Kulesini seyrederlerdi. Ben ağabeyim de olduğu için miydi, yoksa kendimi bulmama fırsat veren bir okula geldiğim için mi, bilemiyorum, hiç ağlamadım. Yalnızca annemi üzerlerse içim çok acırdı, göz yaşlarımı o zaman tutamazdım. Annem bana bu okula gitmemin benim için de kendisi için de çok iyi olacağını söylemişti ya, annemi sevindirecek her şey benim için güzeldi. Hem çok arkadaşım vardı, ilk kızlar olduğumuz için çok seviliyorduk, kıymetliydik. Ağabeylerimiz hem derslerimize hem de her tür sosyal etkinliğimize yardımcı oluyor ve bizleri manevi anlamda koruyorlardı. Müzik, spor, geziler, izcilik ve daha nice etkinliklerle günlerimiz çok renkli geçiyordu.  Disiplini, düzeni öğrenirken, yaratıcılığı ve çalışarak üretmenin önemini kavrıyorduk.

Kampta… her işimizi kendimiz yaptık

Özellikle 1974 Kıbrıs çıkartması sırasında Bolu’da kurduğumuz izci kampı muhteşem bir deneyim yaşatmıştı bizlere. İki kız izci obası vardı; Kır Kırlangıçları ve Kızıl Kırlangıçlar… Her işimizi kendimiz yaptık; evlerimizde yapmadığımız yemek, bulaşık, temizlik gibi işleri her gün titizlikle uyguladık. Üstelik bu işler yapıcı yarışmalarla değerlendiriliyordu. Tabii, akşamları ateş çevresinde şarkılar, skeçler, danslar hiç eksik olmazdı. İzci kampımız, unutulmaz anılarımdan biri olarak, izciliği sevdiren bir kesit olarak hep benimle kaldı.

Bolu’da izci kampı. Soldan arka sıra : Sevil, Kadriye, Ferda Hoca, Gülnur, Nurhan, Ayten, Fatma, Erol Açıkgöz; alt sıra : Serpil, Hülya, Neşe, Füsun, Rezzan, Asuman. 1974.

Mezuniyetimden sonra bir daha hiç görmediğim Erol Açıkgöz hocamızın kulağını çınlatmadan geçemeyeceğim, doğruluğu, dürüstlüğü  bize aşılamaya çalışan değerli hocamızdı, Erol hoca. Sevgili Ferda hocamız da yalnız beden eğitimi hocamız olmayıp, dertlerimizi paylaşan bir ablamız olmuştu… yazık ki şimdi aramızda değil.

 

Bu, hepimizin öyküsüdür.

Daçkalılık yolu oradan geçen her birimizin kanına işlemiş, ruhuna nakşedilmiş bir sonsuzluktur; bizler Daçka mezunu olduktan sonra da o büyük ve güçlü ailenin bir parçası olduğumuzu, aldığımız her solukta yeniden yaşıyoruz. Bu, hepimizin öyküsüdür. Mezuniyetten sonra her birimiz farklı meslekler edindik; ben İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler fakültesinin Uluslararası ilişkiler bölümüne ilk alınan öğrencilerden oldum. Seçkin bir hoca kadrosu tarafından ilk kez Ankara Mülkiyeden sonra bir Mülkiye kurulmuştu.  Amacım dış işlerde bürokrat, elçi olabilmekti fakat Yüksek Öğrenim Kanunu 1980 sonrasında Siyasal Bilgiler Fakültesinde uluslararası ilişkiler bölümünü kapattı. Zorunlu olarak Kamu Yönetimi alanında diploma aldık. Sonra Sabancı Holding ithalat, City bank, İş bankası derken içimdeki ses beni İstanbul Üniversitesinde İngilizce okutmanlığına yöneltti. Sevgili (nurlarda uyusun) Baydar Soytekin hocam ve ben sınavı aynı dönemde (1989) kazanarak kabul edildik. Altı yıl sonra, yine Baydar Soytekin hocamızla birlikte ihtiyaç üzerine Amerikan Kültürü ve Edebiyatı bölümüne geçtik. Burada iken o güzel insanı, Baydar hocamızı kaybettik. Tüm filoloji öğrencileri o gün derslere girmeyip koridor ve amfileri doldurarak bir veda töreni yapılmasını istemişlerdi. Baydar hocamızı sadece bizler değil, öğrencisi olan tüm gençler çok ama çok sevmişlerdi. O gün, çok acı bir gün olarak belleğimde yer aldı.

Lisansüstü ve Doktoramı burada yaptım. Daha sonra da Üniversitede ilk kez Dilbilim Bölümünün açılması ve bu bölümün İngilizce seksiyonunda hoca ihtiyacı olması üzerine oraya geçtim ve hâlâ Dilbilim bölümünde büyük bir şevk ve sevgi ile ders vermekteyim.

 

Yaşamlarımız hangi mesleğin zorlu sürecinde iniş çıkışlara yoğunlaşırsa yoğunlaşsın, kurduğumuz ailelerimizin günlük gaileleri ne olursa olsun, bizler aslında Darüşşafakalıydık ve hep öyle kaldık. Eşlerimiz, çocuklarımız da Darüşşafaka’yı tanıdılar ve çok sevdiler. Mezuniyet sonrasında okulda öğrenci olan kardeşlerimizle de bağlarımızı elimizden geldiğince sıkı tutmaya çalıştık ve Türkiye’de kendine özgü eğitim-öğretimi ile sadece ‘tek’ örnek olan okulumuzu hep destekledik, desteklemeye de devam edeceğiz.

İlk Kızların 40.yıl kutlamasında kızkardeşlerimizle yatakhanede nostaljik bir gece geçirdik… 2011. Ben, Betül, Füsun.1

İşte böylesi bir uzun yol yolcusuyuz; Darüşşafakalı olmak sonsuzluktur, kaynağından düşüp dağılana dek bir su damlacığına sığdırdığımız kocaman anlamıdır, yaşamın. Benim öyküm, hepimizin öyküsüdür…

Yeniden döndüğünde ruhum                                                  

Çaresiz bedenine bir çocuğun                   

Duyarım tatlı soluğunu

Beni kendim kılan geçmişin…

40. yılımızda topluca… 2011 Maslak Yerleşkesi bahçesinde.