Alpay abiyi Darüşşafaka spor tarihi ve portre çalışmalarımız için ilk aradığımda dinamik ve gür sesiyle ve hafif azarlar tonla, “Sen beni tanıyorsun aslında!” diyerek söze başladı. Telefondaki kararlı ses karşısında nasıl yanıt versem diye bir an duraksadım. Zayıf hafızama pek güvenemediğim için konunun etrafından dolaşıp randevulaşma üzerine yoğunlaştık 🙂 Alpay abiyi o günden sonra ortalama üç haftada bir görüyorum. Ortaköy CÖHZYılmayan Lokalinin tekrar canlanmasının mimarlarından ve müdavimlerinden. Fethi (Aytuna) çeşitli defalar görüşürken ben de kulak misafiri oldum. Bu aksi gibi görünen kişilik yapısının arkasındaki geniş yüreği, fedakâr çalışmaları, emeği, espriyi, bilgi birikimini keşfettim. O; ertesi günkü maçı seyretmek için bütün gece betonun üzerinde yatacak kadar kararlı, Darüşşafaka formasını yere atanları takımdan uzaklaştıracak kadar duygusal-bağlı, kendisine takımda yer verilmeyince formayı bırakacak kadar dik kafalı, karşılıksız emek ve fedakârlık verecek kadar mütevazı-hırslı-çalışkan insan… Sohbetlerimizde belli bir dönemin resmini renkli anlatımıyla çiziveriyor. Bazı bilgilere, insanlara nasıl ulaşacağımız konusunda ipuçları sağlıyor. Bazen hafızasından, bazen emektar rehberinden birçok bilgiyi paylaşıyor. Sağlık oyunlarına çalımı atıp kâh Ankara’ya dernek pilavına, kâh Darüşşafaka Ayhan Şahenk Spor Salonu’na maçlara geliyor… İyi ki varsın Alpay abi !

Çocuk aklımla ben Darüşşafaka’ya gitmem dedim

1938’de Kızıltoprak’ta doğmuşum. İki yaşında Bebek’e taşınmışız. Babam İstanbul maarif müdür muaviniydi. Ağabeyimi Boğaziçi’ne Kolej’e vermiş. Kızıltoprak’tan oraya gidip gelmek zor olunca Bebek’e taşınmışız. Kızıltoprak’ta dededen kalma, iki katlı, bahçe içinde müstakil bir evde oturuyorduk. Bebek’te önce Yani isimli bir Rum kasabın evini tuttuk, sonra cadde üstünde Mısır sefaretine yakın bir eve geçtik. Ben altı yaşındayken babam o evde rahmetli oldu. Birinci sınıfa yeni başlamıştım. Beni bir sene erken vermiş okula. Hiç unutmuyorum bir gece birlikte okuma yazma öğrenme çalışması yapmıştık. Ertesi sabah kalktım, yüksek tansiyondan beyin kanaması geçirmiş. Üç beş gün Gureba Hastanesinde yattı ve orada rahmetli oldu. Benden on bir yaş büyük bir ağabeyim varmış. Artvin’de vefat etmiş. Reşat Nuri Güntekin orada hocaymış. Karısı da veremmiş. Ağabeyim çocuklarıyla oynamak için her gün onlara gidermiş. Ona da bulaşmış hastalık, kurtaramamışlar ağabeyimi. Öbür ağabeyim Ayhan 1929 doğumlu, yani benden dokuz yaş büyük. Galatasaray ve Fenerbahçe’de uzun yıllar basketbol oynadı.

Darüşşafaka’ya 1949’da girdim. Önce Galatasaray ilk mektebinde okudum. Başkan Duygun Yarsuvat’la aynı sene girmişiz. Babam maarif müdür muavini olduğundan bütün hocalar tanırdı beni. Okulda kızamık hastalığına yakalandım. Ardından bir de kızıl hastalığına yakalandım. O zaman doktorlar kırk gün kalkmayacaksın yataktan derdi. Aşağı yukarı üç ay okula gidemedim. Darüşşafaka Lisesinin müdürü Esat Altan babamı tanıyormuş. Babam Ankara Gazi Terbiye’de okurken ona müdürlük yapmış. Bir ara Balıkesir milletvekilliği de yapmış. İşte o Esat Altan Eminönü’nde annemle karşılaşmış. Annem durumu anlatınca hemen Darüşşafaka’ya imtihana sokacaksın demiş. Annem bunu söyleyince o zamanki çocuk aklımla ben oraya girmem dedim. Galatasaray bırakılır da Darüşşafaka’ya girilir mi diye düşünüyorum. Neyse sonunda annemle gittik, imtihan için kayıt yaptırdık. Altı yüz kişi girdi imtihana. Ben yirmi üçüncü olarak kazandım. Ben hâlâ gitmem oraya, diyormuşum.  İlk girişte zorlandım tabii. Çarşamba günleri annem ziyarete geliyor. Cumartesi öğleden sonra biz hafta sonu tatiline çıkıyoruz. Zamanla mektebin havasına öyle alıştım ki, artık eve gitmek istemez oldum. O zaman Malta’dan tramvayla Bahçekapı’ya giderdim. Oradan tekrar tramvaya binip Bebek’e giderdim. Aşağı yukarı bir buçuk saat sürerdi yol. Sonra Darüşşafaka’yı çok benimsedim.

Bir sene önce kompozisyon yüzünden sınıfta kalmıştım, bu sefer 10 aldım.

Babam ölünce annem terzilik yaparak geçimini sağlamış. Ben annemden cüzi bir harçlık alırdım. Okulda ayakkabı boyardım. Çarşamba günleri maça çıkardık. Okuldan çıkamayanlara pazardan elma armut alıp üç kuruş kârla satardım. İki arkadaş boya sandığı yaptık. Cuma akşamları okulda beş kuruşa ayakkabı boyardık. Eski binanın alt katında, yeni bina tarafında tuvalet vardı. “Keşhane” derdik oraya. Keşhanenin önündeki boşlukta bir pinpon masası vardı. Onun dibine kurardık sandığı. O zamanki âdete göre ayakkabısını boyatacak olan yatağının dibine bırakırdı. Biz bütün yatakhaneyi dolaşır, toplardık onları. Sınıflara göre isimleri listeye yazardık. Bu işi yapmak için ya sabah beşte kalkardık ya da gece geç yatardık. Ayakkabısı boyasız, pantolonu ütüsüz olan öğrencinin dışarıya çıkmasına izin vermezlerdi. Bekâr ütüsü yapardık, yani pantolonları yatağın altına koyardık. O zaman Darüşşafaka tam bir ev gibiydi. Hiçbir şeyimiz eksik değildi. Gelen hocaların yüzde 60-70’i Çapa Öğretmen Okulunun hocalarıydı. Baha Dürder vardı mesela, edebiyat dersi kitapları vardı. Babamı tanırdı; sözlüye kaldıracağı zaman, ‘Faiğin oğlu kalk bakalım,’ derdi. Onuncu sınıfta edebiyat kompozisyondan bıraktı beni. Divan edebiyatına çok meraklıydı. O sene kaldığım zaman edebiyat hocamız Tahir Nejat Gencan oldu. Hiç unutmuyorum, yılbaşı tatilinde bir kompozisyon ödevi verdiler. Ben ‘Balıkçı Osman’ diye bir balıkçı hikâyesi yazdım. Bebek’te öyle birisi vardı, ondan esinlenerek yazmıştım. Ben biraz devrik cümle kullanırdım yazılarımda. Hoca beni çağırdı, ‘Sen bunu nereden yazdın?’ diye sordu. Kendim yazdım dedim, Boğaz’da büyüdüğümü söyledim. ‘Tebrik ederim,’ dedi ve 10 verdi. Bir sene önce kompozisyon yüzünden sınıfta kalmıştım, bu sefer 10 aldım.

O zamanlar kuvvetli bir yıldız takımımız vardı. Fener’i, Galatasaray’ı, hepsini yenerdik.

alpay-oz-04
Daçkalıları bilir ezberden, ama bazen emektar deftere bakmak da gerekebilir.  Ortaköy, Lokal. 2015.

Ben Darüşşafaka’ya geldiğim zaman abimden ve Samim Göreç’ten dolayı basketbolu biliyordum. O zamanlar Bebek’te Galatasaray kulübünün denizcilik şubesi vardı. Antrenör Samim Göreç de orada otururdu. Basketbol hastasıydı. Kardeşi Ertem Göreç, tiyatrocu Beklan Algan, mimar Mete, Ayhan abim ve Yalçın Granit’i toplardı. Galatasaray denizcilik şubesinin ön tarafında beton bir saha vardı. Orada onlara dripling ve pas yaptırırdı Samim Göreç. Ben de çocukken gidip onları seyrederdim. Çantalarını taşırdım. Ben Yalçın abiyi oradan tanıyorum. Kısacası okula girmeden önce basket topunu elime almış bir insandım. Turnikeyi filan biliyordum. Okulda kim oynar diye sordular, ben oynarım dedim. Niyazi Turan son sınıftaydı, bizi o çalıştırıyordu. Baktı ki ben turnikeye giriyorum, dripling yapıyorum, pas atıyorum, kulübün yıldız takımına da aldı beni. O zamanlar kuvvetli bir yıldız takımımız vardı. Fener’i, Galatasaray’ı, hepsini yenerdik. Maçlar Hasnun Galip Sokakta, Galatasaray kulübünün üst katındaki salonda yapılırdı.  O zaman Yalçın abi Galatasaray’a antrenörlük yapıyordu. Her galibiyetten sonra Niyazi abi bizi Saray muhallebicisine götürür, ne isterseniz yiyin derdi. Galatasaray’la yıldızlar turnuvasının final maçına çıktık. Ben kollarım kuvvetli olduğu için çift el şut atardım. Niyazi abi, ‘Boş buldun mu şut at,’ dedi. Top çeviriyoruz, bana geliyor, atıyorum giriyor, atıyorum giriyor. Yalçın abi deli oldu. ‘Bırakın atsın!’ diye bağırıyor, ben atıyorum. Galatasaray’ı yendik orada.

(Niyazi Turan’la yaptığımız görüşmede, Alpay Öz’ün bahsettiği bu maçla ilgili anısını o da şöyle anlatmıştı: “Yıldızların ligi başlamadan önce teşvik müsabakaları oluyordu. Finali Galatasaray’la Hasnun Galip’te onların salonunda oynadık. Galatasaraylı idareciler oynamışlar nüfus cüzdanlarıyla. Onların takımında iri iri çocuklar var. Fakat bizde onlarla uğraşacak idareci yok, daha yeni yeni Dilaver (Uzgören) abi olaya müdahale etmeye çalışıyor ama o da bir yere kadar. Daha tam pişmemiş yönetici olarak. Neticede topu çeviriyoruz, Alpay dışarı çıkıyor. Kesemiyor tabii o sırık gibi çocuklar; ribauntları alıyorlar ama Alpay dışarı çıkınca oraya yetişemiyorlar. Şutu bir atıyor, şıf! İçerde. Yalçın Granit bağırıyor, ‘Bırakın o kadar uzaktan atamaz!’ diye. Alpay şak atıyor, şak atıyor. Alpay’a tedbir almaya başlayınca bu defa benim küçükler pıt pıt basketleri atıyorlar. Sonunda aldık şampiyonluğu.”)

Gece stadın önünde gazeteleri yere serip kaputları üstümüze çekerek yattık. O maçı da seyrettikten sonra döndük okula.

Can Bartu’lu Fener’i de yendik. Hatta yenilince Can hüngür hüngür ağladı. Çok iyi bir sporcuydu. Yeldeğirmeni Ortaokulunda okuyordu. Vefa salonunda onların okul maçı vardı. Orada futbol topu almışlar, şut atıyorlar pas veriyorlardı. Vefa’nın bir malzemecisi vardı, ‘Bakın bu çocuk ileride çok büyük futbolcu olacak,’ demişti. Hakikaten o sol ayağı muazzamdı. Basketbol oynarken de dünyada az bulunan bir bele sahipti. Bir feyk atardı, garanti bir tarafa yatarsın. Sağ gösterir soldan gider, sol gösterir sağdan gider, seni yatırır yere. Çok ayağı burkulan çocuk olmuştur onun attığı feyklerden. Çok da güzel kalkar jump shot atardı. Hiç unutmuyorum, 1956’da bizim bir maçımız vardı Spor Sergi’de. Maçtan sonra kalıp Fenerbahçe A takımının maçını seyretmiştik. Can orada oynamıştı. Ertesi gün de Dolmabahçe’de meşhur Macaristan milli maçı vardı. Salondan çıkıp aşağı indik. Gece stadın önünde gazeteleri yere serip kaputları üstümüze çekerek yattık. O maçı da seyrettikten sonra döndük okula. Disiplin kuruluna verdiler, ihtar almıştık.

Top sahasının zemini zımpara gibiydi. Top kovalarken sahanın yanındaki sete çıkıp inmekten üç defa ayağım burkulmuştu.

alpay-oz-02
Ortaköy, 2015.

Ben Dursun (Açıkbaş) ile aynı sınıftaydım. Nedret (Uyguç) benim bir sınıf ufağımdı. Ben onuncu sınıfta onların sınıfına kaldım. Son iki seneyi beraber okuduk. Dursun da Nedret de başta hiç basketbolcu değillerdi. İkisi de zayıftı. Bir yaz tatilinde bunlar muazzam serpildiler. Nedret birden boy attı. İkisi de iyi basketbolcu oldular. Ben okuldayken çok güzel futbol da oynardım. Okul futbol takımının kaptanlığını da yapardım. Hemen her maçta bir golüm vardı. Yıllar sonra rahmetli eşim bunları söylediğim zaman göbekli halime bakıp inanmazdı bana. Bıyık altından gülerek dinlerdi beni. Bir akşam eve geldi; gülerek, ‘Senden özür diliyorum,’ dedi. Niye diye sordum. ‘Bugün eski kalamazoları karıştırıyordum, okul takımının maçlarını gördüm. Hangi sayfayı çevirsem senin adın geçiyor,’ dedi.  Sol haf, sol iç ve sol açık mevkilerinde oynardım. Sağ ayaklıydım ama sol ayağımı da kullanırdım. Fakat ben fazla futbol oynamak istemezdim. Top sahasının zemini zımpara gibiydi. Top kovalarken sahanın yanındaki sete çıkıp inmekten üç defa ayağım burkulmuştu.

Sen misin golü atan? Seyirciler tribünlerin taşlarını kırıp bana atmaya başladı.

Futbolculuğumla ilgili enteresan bir anım da var. Okulda bir imtihana kalmıştık. Vefa Stadında kulübün bir maçı olduğunu söylediler. Birinci amatör kümede oynuyordu o zaman Darüşşafaka. Kulüpte lisansım olmadığını söyledim. Olsun, Ali Kuşi’nin lisansıyla çıkacaksın dediler. Kalktık gittik Vefa Stadına. Ali abinin lisansındaki bilgileri ezberledim ben. Hakem çağırdı; yüzümü tam göremesin diye, numaradan yere eğilip tozluğumu filan çektim. Neticede kurtulduk. Altınordu takımıyla oynuyorduk. Bir gol atarsak adamlar küme şampiyonluğunu kaybediyordu. Bizde Özbek Saran ve Urfalı Selahattin (Odabaşı) abi oynuyordu. İkisi de solaktı. İkisi de sol tarafta şahane oynuyordu. Ben sağ haf oynadım o maçta. Vefa kulüp binasının olduğu tarafa akın yapıyorduk. O ona verdi, öbürü buna verdi derken top döndü dolaştı, rakip bir türlü çıkaramadı. Selahattin abi bir orta yaptı on sekize doğru. Ben de o sırada on sekize doğru yavaş yavaş gelmiştim. Bir baktım, top önüme geliyor. Sağ ayağımla okkalayıp bir patlattım  – toplara iyi vururdum – top üst sağ köşeden direğe vurdu. Kaleci uçmuştu, top omzuna çarpıp içeri girdi. Sen misin golü atan? Seyirciler tribünlerin taşlarını kırıp bana atmaya başladı. Ben sol tarafa kaçtım. Yani kulübün futbol takımında bir maç oynadım, bir gol attım.

Basketbolda da genç takımdan A takıma geçtim. Dilaver Uzgören antrenörümüzdü. Bir gün antrenmana geç kaldım, beni almadı. Kadıköyspor sahasında turnuva vardı. Fenerbahçe, Kadıköyspor, Modaspor ve biz katılıyorduk. Orada oynatmayınca kafam bozuldu. Kaptanımız Niyazi Turan abimize, ‘Ben artık oynamıyorum, bırakıyorum,’ dedim. Maçtan sonra da formalarımı teslim ettim. Yani A takıma çıktığım sene basketbolu bıraktım, 1958 veya 59 senesiydi. Basketbolu bıraktıktan sonra Darüşşafaka’dan da koptum.

Kızların başında da sonradan evleneceğim beden eğitim öğretmeni Ferda Hanım vardı.

Darüşşafaka’yı bitirdiğim zaman Yüksek Ticaret okuluna girdim, fakat bitirmeden yarıda bıraktım. O sırada 27 Mayıs 1960 ihtilali olmuştu. Yedek subaylara öğretmenlik hakkı verdiler. Askerliğimi 1962-64 arasında yedek subay öğretmen olarak yaptım. Askerlik dönüşü yeni yapılmakta olan Sirkeci sahil yolundaki Kalyon oteline girdim. 1970 senesine kadar orada çalıştım. Sonra bir ilaç şirketinde satış-pazarlama bölümünde çalıştım. Bir aralık mektebi gidip göreyim dedim. Nazıma Antel müdürdü. Mezunları okula sokmayın diye kapıya talimat vermiş, içeri giremedim. Sonra yüzüncü yıl kutlamasında gittim. O zaman herkes geldi tabii, girdik. Basketbol salonunda kızlar program yapıyorlardı. Kızların başında da sonradan evleneceğim beden eğitim öğretmeni Ferda Hanım vardı. Hatta yukarıda Batur abi ve Nedret’le dalga geçiyorduk, bizim de böyle öğretmenimiz olsa bu hareketleri yapardık filan diye. Ben bekârdım o zaman, otuz yedi yaşındaydım. Sonradan bir gün aile arasında bir konuşma oldu. Oradaki beden eğitimi hocası gibi birisini bulursanız evlenirim dedim. Tesadüfen tanıdık birileri çıktı, biz üç-dört ay içinde evlendik. 1974’te tanıştık, 75’te evlendik.

Evlendikten sonra mektebin içindeki lojmanda oturuyorduk. Kayınbiraderim de (Taşkut Adanır) orada coğrafya öğretmeni ve müdür muaviniydi. Bir gün, ‘Evde oturup sıkılacağına salona gitsene, kulübün antrenmanı var,’ dedi. Salona gittim, baktım Minik Önder (Okan) takımı çalıştırıyor. O zaman 1. amatör kümede oynuyordu Darüşşafaka. Bu 1976 senesindeydi. Minik Önder beni görünce, ‘Oo abi, hoş geldin,’ dedi, sarıldık birbirimize. Hal hatır sorduk. ‘Bu işi yüklendik, fakat para pul yok. Amatör zihniyetle oynuyoruz, çocukları çalıştırıyorum,’ dedi Önder. ‘Kulüple kim ilgileniyor?’ diye sordum. Alasya Oyuncaklarının sahibi Rauf Alasya dedi. Salonun kenarında üç tane delikanlı oturuyordu. ‘Bak onlar yönetici,’ dedi Önder. Biri Pulad  Verbas, biri Metin Yersel – şimdi Amerika’da – diğeri de şimdi rahmetli olan Umur Çekli. ‘Gel abi tanıştırayım seni onlarla dedi.’ Minik Önder’in ağzı laf yapardı, ‘Alpay abi ile iyi tanışın, size para bulur,’ dedi. Bunlar hemen başladılar benimle konuşmaya. ‘Nedir durum?’ diye sordum. ‘Bizimle Rauf Abi ilgileniyor ama o da her dakika gereken parayı bulamıyor fakat idare ediyoruz vaziyeti,’ dediler. ‘Bize nasıl yardımcı olursun?’ diye sordular. ‘Bir sürü ağabeylerimiz var, şirketleri var, gider onlardan yardım isterim,’ dedim.

Sonuçta kulübü bayağı paralı bir hale getirdik.

Böylece 1976’da kulübe el attım. İdare heyetinde onlar da vardı. Sınıf arkadaşım rahmetli mimar Ergin Gömüç’ü buldum. Sungu Sağdık, Candaş Keresteci, Ergin, ben aynı sınıftaydık. O üçünün Altıyol’da Efes Çarşısında bir inşaat şirketi vardı. Daha sonra Darka’yı kurdular. Ergin de okulda basketbol oynardı. Ona durumu izah ettim, ne yardımda bulunabileceklerini sordum. ‘Biz her ay 50’şer lira veririz, getir makbuzunu parayı al,’ dedi. ENKA’ya gidip Çetin Berkmen’i bulmamı tembihledi. Çetin abiye gittim, o Ali Kuşi’ye gönderdi. Böylece katlaya katlaya gittiklerim çoğaldı. Yaklaşık yüz kişilik bir grup oluştu bu şekilde. Kimi gel her ay 250 lira al dedi. Böylece Rauf Alasya’dan bir sonraki seçimde kulübü devraldık. Çetin abiyi başkan yaptık. İsmet Kasapoğlu’nu buldum. Yavuz Şeremetoğlu zaten ilgileniyormuş, onu da yönetime aldık. Yavuz’un ortağı eski basketbolcu Nedim’i, diş hekimi Ahmet Küre abimizi de aldık. Sonuçta kulübü bayağı paralı bir hale getirdik.

alpay-oz-03
Halit Tilki ile Ortaköy Cihat Örge-Halit Ziya Yılmayan Lokalinde, 2015.

Son maçta Efes’i en az dokuz sayıyla yenersek deplasmanlı ikinci lige çıkacaktık.

Sadece kişilerden para toplamak yetmeyeceği için yemek yapalım dedik. On sene içinde Maksim Gazinosunda üç defa yemek yaptım. İyi kötü o yemeklerden para kalıyordu. Bu arada Minik Önder ile Efes Pilsen’in ardından İstanbul ikincisi olduk. Terfi tenzil maçları için Bolu’ya gittik. Son maça kadar epey çekişmeli maçlar oynadık. Son maçta Efes’i en az dokuz sayıyla yenersek deplasmanlı ikinci lige çıkacaktık. Hatta bir akşam Önder’le yemek yerken ‘Gel gidip bunları korkutalım,’ dedi. Onlar nasıl olsa biz yeneriz Darüşşafaka’yı diye bu hesabı yapmamışlar. Biz gidip onlara bunu söyledik. Antrenörleri Deli Faruk diye bilinen Faruk Akagün’dü. Bunu duyunca telaşlandı, oyunculardan durumu kontrol etmelerini istedi. Biz otele geri döndük. Minik Önder, ‘Bak gördün mü nasıl telaşlandılar,’ dedi. Ertesi gün çıktık maça, birinci devre on bir sayı öndeyiz. Boğaziçi Üniversiteli çocuklar vardı bizim takımda. Onlarda İstanbul’un üç tane en iyi uzunu oynuyordu. Daha önce Fener’de, Galatasaray’da oynamış uzunları vardı. Kavun Osman vardı mesela; Fener’de oynamış, 2 metrelik bir oyuncuydu. Gayet iyiler ama biz uzaktan şutlarla sayı yapıyorduk. Fakat ikinci devre bizde pil bitti. Onlar öne geçtiler ve maçı aldılar. Böylece o zaman Efes Pilsen deplasmanlı ikinci lige yükseldi.

Bizim yönetim kurulumuzda genellikle Çetin Berkmen, İsmet Kasapoğlu, Pulad Verbas, Yavuz Şeremetoğlu, ben oluyorduk. Bir ara kuyumcu Ahmet Kökler yönetime katılmıştı. Böylece biz ikinci lige çıkartana kadar on sene bu şekilde götürdük. Mahalli ligdeyken bir ara Batur Abi bile benim hatırım için geldi bizde antrenörlük yaptı. Hurşit Baytok bizde antrenörlük yaptı. Hatta Faruk bile geldi galiba. Bir ara Halil Üner çalıştı. O dönemde dört defa terfi tenzil maçlarına katıldık. İki defa Antalya’ya gittik. En son 1987’de  Konya’da ikinci lige çıktık.

Antrenörler öyledir, yanında işine karışan kimse istemezler. Fakat biz de o tarihte aşağı yukarı kırk senedir basketbolun içindeydik. Kimin ne yapacağını uzaktan bakınca anlıyorduk.

Konya’daki terfi maçlarında antrenörümüz Rıza Erverdi’ydi. Daha önce Çukurova, Efes gibi kulüplerde antrenörlük yapmıştı. Bizim takımda o zaman Batur abinin oğlu Ömer oynuyordu. Fenerbahçe’den aldığımız beden eğitimi hocası Yıldıray diye genç bir çocuk vardı. Deli Yıldıray derlerdi, iki kişiyi omuzlarına alıp öyle ribaunda çıkardı. Fakat Rıza Erverdi onları tutmuyordu, başkalarını oynatıyordu. Ben zaman zaman, ‘Yarın öbür gün turnuvaya gidip üst üste maçlar oynayacağız, çocukları da oynat hazır olsunlar,’ diye uyarıyordum onu. ‘Abi sen karışma,’ diyordu. Antrenörler öyledir, yanında işine karışan kimse istemezler. Fakat biz de o tarihte aşağı yukarı kırk senedir basketbolun içindeydik. Kimin ne yapacağını uzaktan bakınca anlıyorduk. Eczacıbaşı’ndan Küçük Nur (Gençer) o zaman bizde menajerdi. O Çetin abiyle beraber tribündeydi. Ben sahada Rıza’nın yanındayım. Son maçı Bursa Merinos ile oynayacaktık. Yenersek ikinci lige çıkıyoruz. Bizim takımın kadrosunda Ömürden, Ömer Bozer, Galatasaray’dan gelen Remzi gibi iyi oyuncular vardı ama hepsi beş faul aldılar. Takım yedek beşe kalınca Rıza ‘Ben artık karışmıyorum,’ deyip benci terk etti, gitti ileride yere oturdu. Batur abinin oğlu Ömer maça girerken, ‘Sen de bizim kadar Darüşşafakalısın, canını dişine tak, bu maçı alalım,’ dedim. ‘Sen merak etme abi,’ dedi. Ömer akıllı bir çocuktu ve çok güzel çift el fast break atardı. Sonuçta yedeklerle Merinos’u o maçta yendik ve Türkiye İkinci Ligine çıktık.

Yetişmeyecek lisansı bile ne yapar eder, son dakikada çıkartırdım.

On bir sene bilfiil basketbol takımının menajeri, muhasebecisi, sekreteri, umumi kaptanı oldum. Arabamla forma, top taşıdım. Osman Solakoğlu federasyonu Darüşşafaka camiasını severdi. Beni de Galatasaray ve Fenerbahçe’de basketbol oynamış ağabeyim Ayhan Öz vasıtasıyla severlerdi. Yetişmeyecek lisansı bile ne yapar eder, son dakikada çıkartırdım. Sonradan film artisti olan Faruk Peker’i öyle almıştık mesela. Yıldız milli takımında oynamış önceden. Son gün son dakikada lisansı çıktı. Gelgelelim Faruk haylazdı. Minik Önder sezon başlamadan önce bir ay boyunca bir işi olduğunu, fakat yeni gelen oyuncuların sezon başlayana kadar atletizm idman yapması gerektiğini söyleyip bana nezaret etmem için rica etmişti. İnönü Stadının pistinde onlara sürekli koşu idmanı yaptırdık. Faruk pek isteksiz koşardı.

[pull_quote_left] Ligin ikinci yarısında on bir maçta on bir galibiyet aldık.[/pull_quote_left]Bir ara takım mahalli kümede doğru dürüst oynayamıyordu. On bir maçta bir galibiyetimiz vardı. Osman (Solakoğlu) abi bile gelip bana, ‘Alpay nedir bu haliniz sizin?’ diye soruyordu. Bir maçtan sonra para da verememiştik. Oyuncular formaları yere atmışlar. Bizim salona bakan İhsan geldi, ‘Abi bunlar formaları yere atıyor, üzerinde tepiniyorlar,’ dedi. ‘Git onlara söyle, Darüşşafaka formasını kimse yere atamaz, bundan sonra Darüşşafaka takımında oynamayacaklar,’ dedim. Bunların arasında Faruk Peker de vardı. Sahada da artistlik yapıyordu! O kadrodan üç tane oyuncu bıraktım takımda. Pazartesi ilk idmana eski oyuncular da geldi. ‘Artık oynamıyorsunuz,’ deyince bunlar itiraz etti. Formaları yere atarak saygısızlık yaptıkları için artık oynayamayacaklarını bir kez daha söyledim. Ödemelerde zaman zaman gecikme olsa da kimsenin alacağı kalmıyordu. O sene İsmail Çiftaslan, Adnan Kabaalioğlu, Eşref Özülkülü’nün yer aldığı genç takımımız Türkiye şampiyonu olmuştu. Onları çağırdım takıma, eskilerden Turgay’ı kaptan yaptım. Bir de Ankara’da Şekerspor’da pivot olarak oynayan Esat’ı aldık. Ligin ikinci yarısında on bir maçta on bir galibiyet aldık.

Ben her gün idmandaydım. İdmanlar okulda yapılırdı. Maçlar Spor Sergi’de, Caferağa’da olurdu. Bir-iki kere de Bağlarbaşı salonunda oynadık. Mahalli kümede Kurtuluş, Beyoğluspor gibi eski takımlar vardı. Pertevniyal’de bizim Ali Kahyaoğlu oynardı. Son zamanlarında bize geldi. Ortaköy vardı. Anadoluhisarı iyi takımdı. Çok kavgalı-gürültülü maçlar olurdu mahalli kümede. Paraya sıkıştıkça Çetin abiye, Yavuz Şeremetoğlu’na telefon ediyordum. Onlar da sağ olsunlar lazım oldukça para veriyorlardı. Fakat kulübe düzenli gelir getirecek bir kaynak yaratamadık. Kulübün gelir getirecek bir lokali olsa çok iyi olurdu.

İkinci lige geçtiğimiz o 1987 senesinde ben karım Ferda’yı kaybettim. Ben iki çocukla kalınca bende bir soğuma oldu. İkinci ligde bir iki sene koşturduk, hatta Yalçın abi de geldi bizle beraber. Tekirdağ, İzmir deplasmanlarına gittik. Ben aynı sene Transtürk’ten emekli oldum, Bebek’te bir pizza dükkânı açtım. Böylece yavaş yavaş kulüpten koptum. Bir ara Gümüşsuyu’nda bir restoran işlettim. 1991’de onu da devredip Bodrum’a gittim. Oraya gidince İstanbul’dan iyice koptuk. Bodrum Akyarlar’da on beş sene restoran işlettim. 2007’de İstanbul’a döndüm. Ağır bir içkulak ameliyatı geçirdim. Ondan sonra çalışma hayatını tamamen bıraktım. Artık sadece Çarşamba günleri Ortaköy’deki lokale gidip Darüşşafakalılarla buluşuyorum. Oğlum Ata şimdi kırk yaşında oldu, İzmir’de yaşıyor. Kızım Aslı otuz beş yaşında, o da Fethiye’ye yerleşti.

fa/ök/kk Ekim 2015