Dünya çapında bir bilim insanı olmasına rağmen Türkiye’de kıymeti bilinmemiş biri Profesör Atila Sesören. Liyakatın yani işe uygun vasıflara sahip bulunmanın değil, önemli bir kişinin yakını olmanın meziyet kabul edildiği memleketimizde yaptığı çalışmalar takdir edilmeyince Hollanda’nın yolunu tutmuş. Yurtdışında geçirdiği yaklaşık otuz yıl boyunca dünyanın birçok yerine gitmiş. Ayrıntılarını aşağıda okuyacaksınız. Biz kendisiyle Darüşşafaka’nın spor tarihini araştırmaya başladığımız günlerde tanıştık. Evinde yaptığımız sohbet sırasında gayet iyi muhafaza ettiği fotoğraf arşivi vasıtasıyla bu komple sporcunun hayatının yanı sıra Darüşşafaka ve ülke voleybolunun bir dönemini de ayrıntılarıyla öğrendik. Galatasaray’ın voleybolda kurduğu hegemonyayı yıkarak İstanbul ve Türkiye şampiyonluğu yaşayan Darüşşafaka takımının kaptanı, voleybol milli takımının ası Atila Sesören’in hayat hikâyesini onun ağzından okuyalım: 

Büyük dedemiz padişahın kapıkulu ağasıymış… Babam mabeyin mızıkasında görev yapıyormuş… Amcam Nurettin Engüven Atatürk’ün kütüphane memuru ve baş komisermiş.

“Arkadaşlarım bana Danny Kaye derdi.”
“Arkadaşlarım bana Danny Kaye derdi.”

Nüfus kâğıdına göre 1 Ocak 1934, gerçekte 26 Aralık 1933 doğumluyum. Babam subaydı. Okul ve askerlik durumunu gözeterek 1934 doğumlu yazdırmış. Babamın görevi nedeniyle Tokat’ta dünyaya gelmişim. İki aylıkken Sivas’a gitmişiz. Daha sonra Sarıkamış’ta görev yapmış. Nihayet 1943 senesinde çocuklarım hiç denizi görmedi diye bir istida yazmış. Bunun üzerine İzmir’e geldik. Ailemiz esasen Karakeçili aşiretinden. Baba tarafımız saraylı bizim. Büyük dedemiz padişahın kapıkulu ağasıymış. Beşiktaş’ta yaşıyorlarmış. Babam da mabeyin mızıkasında görev yapıyormuş. 1926’da Avrupa’ya gönderilen Karadeniz gemisinde yer alan kişiler arasındaymış. Amcam Nurettin Engüven de Atatürk’ün kütüphane memuru ve baş komisermiş. Biz üç kardeştik. Ben ortancaydım. Bir ablam ve bir erkek kardeşim vardı. Ben ilkokula Sivas’ta başladım. Dördüncü sınıftayken İzmir’e gidince Karantina semtine yerleştik. Spora da orada başladım. Karantina kulübü meşhurdu o zamanlar. Beni spora teşvik edenler arasında bizim mahallede yaşayan meşhur hakem Hakkı Gürüz vardı. Karataş Ortaokuluna gittiğim sırada spora ilk olarak yüksek atlamayla başladım. Hem okul takımında hem Karantina kulübünde spor yapıyordum.  Yüksek atlama dışında üç adım ve uzun atlamada da yarışıyordum. Bir gün İnönü Stadında yüksek atlama müsabakasında kolum kırıldı. En yükseği atladım, çıtayı geçtim ama dışarı düştüm. O zaman minder yoktu, kum havuzu ve toprak vardı.  Sonra voleybol oynadım. 1950’lerin başında Altay, Altınordu, Karantina ve Göztepe arasında çekişme vardı. Konak yakınlarında, askeriyenin yanında Halk Eğitim Merkezinin salonunda yapardık maçları.

“Yahu bu çocuk kim? Üç saattir sıçrıyor, ölecek !”

Liseye İzmir İnönü Lisesinde başladım. Babam 1953’te Çorlu’ya tayin olunca ben de lisenin son sınıfını Kabataş Lisesinde okudum. Kabataş’ta okurken Darüşşafaka’da voleybol oynamaya başladım. Ortaokuldan sıra arkadaşım Metin Peksü kulüpte basketbol oynuyordu. Ben İstanbul’a gelince, “Atilla gel seni Darüşşafaka’ya alalım,” dedi. Çarşamba’daki okulda bulunan salona gittim. İlk gün epey sıçradım durdum. “Yahu bu çocuk kim? Üç saattir sıçrıyor, ölecek” dediler.  İlk geldiğim zaman takımın başında idareci olarak Cemalettin Pekol vardı. Biz kendi kendimize çalışıyorduk. İlk gittiğim gün müdürün oğlu Özer Altan vardı, eczacı Yılmaz vardı, doktor Cahit vardı, sonra Çorum savcısı olan Erdal vardı. Ben geldiğimde takım ikinci kümedeydi. Ben geldikten çok kısa bir süre sonra birinci kümeye terfi ettik. Galatasaray kulübünün üst katında alçak tavanlı bir salon vardı. Orada yapıyorduk maçları. Daha sonra takımın sorumluluğunu Dilaver Uzgören abi aldı. Ondan da Süreyya Yücelge devraldı. Sonra Selim Köstengil uğraştı bizle.

 

O senelerde hep Galatasaray şampiyon olurdu. Biz de ikinci olurduk.

Birinci lige çıkar çıkmaz ikinciliğe yerleştik. O senelerde hep Galatasaray şampiyon olurdu. Biz de ikinci olurduk. İddialı takım olarak bir de Bakırköy ve İTÜ vardı. Benden bir sene sonra takıma Nasuhi katıldı. Takımın esas kadrosunu benimle birlikte Nasuhi, Ender, Ayhan, Cafer, rahmetli doktor Tuğrul, rahmetli doktor Ünal, pasör Erdal oluşturuyordu. Milli takımı çalıştırmak üzere Çekoslovakya’dan Jiri Kobrle diye bir antrenör gelmişti. O bizi de çalıştırdı. Onun büyük faydası oldu. 1959’da Türkiye şampiyonu olduğumuz zaman antrenör oydu. Hatta Galatasaray maçında son sayıyı hiç unutmam. Rahmetli Sinan Erdem topu dışarı gidiyor diye bıraktı. Fakat top onun sırtına çarptı ve o sayıyla maç bitti. Galatasaray’la o senelerde büyük rekabet içindeydik. Oynadığımız bir maçta topa vurmak için yükseldim. Karşımda da Ayhan Demir yükseldi. Ben topu plaseyle bıraktım. “Ben senin abinim. Bir daha yaparsan seni atarım milli takımdan,” dedi. Bizde Kobrle dışında bir müddet Beyoğluspor’da oynayıp sonra hakemlik yapan Aleksandr Holyafkim antrenör oldu. Onların dışında antrenörlüğü genelde ben yapıyordum. Kitaplardan yararlanıyordum, tahtada yazarak çocuklara taktik anlatıyordum. Oyunculuğun dışında antrenörlük ve hakemliğim de var. Hiç kimse bilmez, genç milli takımın ilk antrenörü benim. Ayrıca 1960 senesinde kız milli takımının başına getirdiler beni.

Fatih ile Aksaray arası bostanlıktı. Ben de gecenin o saatinde, kış kıyamette o bostanların arasından yürüyerek eve giderdim.

İzmir Alsancak Stadında yapılan liseler arası atletizm yarışması. Sene 1949.
İzmir Alsancak Stadında yapılan liseler arası atletizm yarışması. 1949.

Voleybolda eskiden çekme tekniği vardı. Mesela 1949-50 senelerinde ortadan tek ayakla yükselip topu çeker ve aşağı bırakırdık. Ben yüksek atlama da yaptığım için havada iyice sıçrardım. Bu çekme daha varken bir Yugoslav çocuk geldi. Önde tek şutör olur mu, üç tane olması lazım dedi. Daha Türkiye bilmiyordu bunu. Biz çocukla dalga geçtik, öyle şey olur mu dedik. Hakikaten iki sene sonra o modern uygulamaya geçildi. Eskiden Spor Sergi Sarayının zemini betondu. Atlayıp da uçtuğumuz zaman dizlerimiz hep kan içinde kalırdı. O zaman dizlik filan yok. Kulüpte zaten para yok, çok şeyi kendimiz para vererek alırdık. Şimdiki salonlar o zaman olsaydı ben herhalde göklere uçardım diye düşünüyorum. Öyle bir salonda bir kere İtalya’da oynadık. Şaheser bir zemindi, bastın mı havaya atıyordu.

Harcanan emek çok büyüktü. Gece saat 12’ye doğru antrenman biterdi. Çocukcağızlar o saatte ta Kadıköy’e giderlerdi. Benim evim Aksaray’daydı. Fatih ile Aksaray arası bostanlıktı. Ben de gecenin o saatinde, kış kıyamette o bostanların arasından yürüyerek eve giderdim. Darüşşafaka’nın maçlarında Spor Sergi Sarayı dolar taşardı. Küçükler maçlardan önce, ‘Abi bizi ağlatmayın,’ derdi hep. Onlar benim hâlâ aklımdan çıkmaz. O çok büyük bir duygu meselesiydi. Biz hiçbir zaman maddi avantaj için oynamadık. Şimdi gazetelerde okuyorum, milli takımda oynayan kızlar senede bir buçuk milyon alıyormuş. Yahu biz cebimizden para veriyorduk. Ben ilk kez Fenerbahçe’den para kazandım. Ayda 600 lira veriyorlardı, çok iyi paraydı.

Açık söylemek gerekirse Fenerbahçe onun maaşının iki misli para verdi bana.

Darüşşafaka Türkiye şampiyonu olduğu gün ayrıldım ama öyle söz vermiştim çünkü herkesin önünü kesiyordum. Kaptan, antrenör hep bendim. Ayrılınca yedek subaya gittim. Fenerbahçeli yetkililer geldi o sırada. Babam o zaman kıdemli yarbaydı Açık söylemek gerekirse Fenerbahçe onun maaşının iki misli bir para verdi bana. Osman Kavrakoğlu meclis başkanı ve kulüp başkanıydı. Ben Mamak’ta görev yapıyordum. Rahmetli adamcağız okula kadar gelip benim antrenmanlara gitmem için izin aldı. Salih Coşkun genelkurmay başkanıydı. Onun şifahi emirleriyle haftada üç gün antrenman izni aldım. Kulüp bana yol parası veriyordu. Maçlara gidip geliyordum.  O tarihlerde Galatasaray’ı yendik. Hiç unutmuyorum, çenem jimnastik yapılan halkalara takıldı. Bir topu kurtarmak için atlamıştım, çenem o halkalara girip yarıldı ve şişti. O şartlarda oynadık biz voleybol.

Hepimizin eline içinde mermi olmayan birer Thompson verdiler.

27 Mayıs olduğunda ben Ankara’daydım. 27 Mayıs 1960 gecesi, saat 11.20’de, Nabi diye hentbol oynayan bir üsteğmen vardı, bizim yatakhaneye geldi. “Atilla vaziyet böyle böyle, çıkıyoruz,” dedi. Hemen bir cip ayarladı. Dört-beş kişiydik. Hepimizin eline içinde mermi olmayan birer Thompson verdiler. Biz doğru Kızılay’a gittik. Bentderesi’nde Basın Yayın Genel Müdürlüğü vardı. Ben bizim çocuklara beraber oraya gittim. Hatta Bentderesi’nde bir kahvede DP yanlılarının bir doktor generali sıkıştırdığını duyduk. Süngü takıp oraya gittik ve generali kurtardık. Bir süre sonra Fenerbahçe ile anlaşmazlığa düştük. Onlar benim İstanbul Harbiye’deki inzibat subaylığına tayinimi çıkartmak istediler. Ben istemedim, kura çekeceğim dedim. Hiç unutmam okul kumandanı Celalettin Ögel’di. Kurada on bir tane İstanbul vardı, onu çıkmıştı. On birincisinde ben de İstanbul’u, Kartal Maltepe’yi çektim. Okul kumandanı, ‘İşte hayat böyledir,’ dedi. Bir gün beni Harp Akademisine davet ettiler. Bedrettin Paşa o zaman İstanbul sıkıyönetim kumandanıydı. Meğer 27 Mayıs gecesi kurtardığımız o doktor subay davet etmiş beni.

Amazonlarda, Kuzey Kutbunda, Alp Dağlarında, Endonezya’da çalıştım.

Darüşşafaka’da voleybol oynarken bir yandan da İstanbul Üniversitesinde jeoloji mühendisliği okudum. Yedek subaylığımı tamamladıktan sonra DSİ’de çalışmaya başladım. Bir süre Ankara Kolej takımında voleybol oynadım. DSİ’de çalışırken 1968’de kurs için Hollanda’ya gittim. Yaptığım çalışmaları o kadar beğendiler ki bırakmadılar beni. Türkiye’ye döndükten sonra hiç olmazsa bizde master yap dediler. Altı ayda master aldım. DSİ beni geri çağırdı ve müdür olarak Ankara’ya geldim. İki ay sonra beni müdürlükten aldılar. Bakanın bir tanıdığı geldi yerime. Beni başmühendis yaptılar. Sonra oraya da bir başkası gelince başmühendislikten de aldılar beni. O sırada Hollanda’dan beni hep çağırıp duruyorlardı. Üstelik maaşa da zam yaparak teklif ediyorlar. Benim yerime müdür olan bayan yaptığım çalışmaları kendisi yapmış gibi gösteriyormuş. Bir gün genel müdür geldi, “Sen hiçbir şey yapmıyorsun,” dedi. Onları ben yaptım dediysem de dinletemedim. “Şu kapıyı görüyor musunuz? O kapıdan çıkarsam bir daha gelmem” dedim. “Geleceksin çünkü mecburi hizmetin var” dedi. Hemen atladım gittim Hollanda’ya. İkinci gidişim 1971’di. Bu kez 1993’e kadar orada kaldım. Hollanda’ya gittiğim zaman da voleybolu bırakmadım. TA Twente kulübünde oynadım ve antrenörlük yaptım.

Üniversitede doktora, doçentlik derken beni aldılar jeolojik araştırmalar kurumuna. Hollanda hükümetinin uzaktan algılama daire müdürü olarak çalıştım.  Üniversiteye bağlı uzay merkezinde uzaydan yeryüzünü, gezegenleri, Mars’ı araştırdık. Makaleler yazdık. Türkiye’den fazla yurtdışında tanınıyorum. Uydular ilk atıldığı zaman ben işin başında oldum. Amazonlarda, Kuzey Kutbunda, Alp Dağlarında, Endonezya’da çalıştım.  Hollanda’da çalışırken başımdan ilginç olaylar geçti. İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanlar Hollanda yer altı direniş teşkilatı mensubu otuz kadar kişiyi öldürüp gömmüşler. Bir gün savunma bakanlığından bir sivil ile bir albay geldi, bu gömülenleri bulmak istediklerini söyledi. İnfrared resimler çekildi. Bir de arama için bana bir birlik verildi. Otuz sene bulunamayan mezarı buldum. Fakat mezarın kazılma işini derhal durdurdular çünkü ceset Hollandalıların öldürdüğü bir Almana aitti! Surinam’da çalışırken de bir tehlike atlattım. Amazonlarda derinin altına yeşil renkte mikroskobik parazitler yerleşiyor. Bunu önlemek için benzolle duş almak lazım. Benzol bir zehir. Ben duş yapmadım. Bir hafta sonra her tarafımda leblebi büyüklüğünde şişlikler çıktı. Beni hemen Surinam’ın başkenti Paramaribo’ya, hastaneye kaldırdılar. Orada iğne yaptılar.

Sürekli stereskoba bakmaktan gözüm bozuldu. Sabah 8.30’da başlayıp gece 2’ye kadar çalışıyordum.

1993’de Türkiye’ye döndüm ve Mimar Sinan Üniversitesinde bir sene öğretim üyeliği yaptım. O sırada zamanın çevre bakanının daveti üzerine  Çevre Bakanlığında müşavir olarak göreve başladım. Fakat bu görevim de uzun sürmedi. Sadıkoğlu diye bir armatör vardı. Türkiye’ye sökülmek üzere asbestli bir gemi getirecekti. Ben itiraz ettim. Hatta Ediz Hun da bakanlıkta müşavirdi. Onunla birlikte ayrıldık müşavirlikten. Isparta’daki Süleyman Demirel Üniversitesi beni çağırdı. Orada bir uzaktan algılama merkezi kurdum. Bu iş için 250 bin dolar para ayırmışlar. Aletleri getirdim, insanları eğittim. Hafta içi derslere giriyordum, hafta sonu uçağa atlayıp İstanbul’a geliyordum. Her hafta bu şekilde yapıyordum. 2001’de yaş haddinden emekli oldum. En son İstanbul’daki Fatih Üniversitesinde bir süre çalıştıktan sonra bıraktım. Zaten sağlığım da artık çalışmaya elverişli değildi. Bu kadar ilerlememin sebebi mesleğimi çok sevmemdi. Sürekli stereskoba bakmaktan gözüm bozuldu. Sabah 8.30’da başlayıp gece 2’ye kadar çalışıyordum.

Atila Sesören’in bize anlattıkları burada nihayete eriyor. Hayat hikâyesini Melih Aşık’ın 1 Haziran 2000 tarihli Milliyet gazetesindeki köşesinde onun hakkında yazdıklarıyla noktalayalım:

Isparta’da Süleyman Demirel Üniversitesi bünyesinde kurulmuş bir “Uzaktan Algılama” Merkezi var. Bu merkezde uzaydan alınan bilgilerle ülkenin yıllık tahıl üretimi tahmin ediliyor. Denizlerin hangi kaynaklardan kirlendiği saptanıyor. Yine uzaydan alınan bilgilerle deprem araştırmaları yapılıyor. Bu merkezi meydana getiren ve başkanlığını yapan isim Profesör Atilla Sesören. Prof. Sesören hem merkezin başkanlığını yapıyor hem de bağlı fakültelerde bu konuda ders veriyor. Profesör Sesören İstanbul’da oturuyor. Pazartesi günleri Isparta’ya gidiyor, 3 gün ders veriyor. Çarşamba günü yine uçakla İstanbul’a geliyor. İşlerini böyle ayarlamış. Çünkü İstanbul – Isparta arasında THY’nin iki gün seferi var: Pazartesi ve Çarşamba. Sayın Sesören 470 milyon lira maaş alıyor. (2015 rakamıyla 470 TL – ök). Bu maaşın yarısını uçak biletine harcıyor. Bütün bunlara severek katlanıyor. Çünkü gençlere ve ülkeye katkıda bulunmaktan keyif alıyor. Bunu bir görev sayıyor. Gelin görün ki zahmet bu kadarla bitmiyor. Neden mi? Çünkü THY iki haftanın biri İstanbul – Isparta seferini iptal ediyor. Prof. Sesören saymış. Geçen Aralık’tan bu Nisan ayına kadar tam 9 sefer iptal edilmiş. Hoca bu durumda uçakla Antalya’ya gidip oradan taksiyle Isparta’ya geçiyor. Bu masrafa tüm aylığı dahi yetmiyor… Profesör Sesören artık Isparta gidiş gelişlerini otobüs veya trenle yapıyormuş. Tam 15 saat harcıyormuş yolda.

Profesör Sesören’le Amazon’daki “maceraları” hakkında yapılmış röportajı da şu linkten okuyabilirsiniz:

buraya tıklayın

fa/ök/kk Ocak 2015