Ahmet Eran’ı ve ailesini komşu olarak tanıdım önce… çocuklarımız büyüme döneminde bir ara birlikte oynadılar, koştular, spor ve çimenlerde piknik yaptılar. Ama Ahmet o kadar meşguldu ki hep, onu tatilde yakalamak zordu. Sonra DSK YK’da çalışmaya başlayınca Ahmet’i daha yakından tanıma olanağım oldu. O, basketbolu ve yaptığı işi ciddiye alan, dürüst, çalışkan, mütevazi insandı, ve Kulüp Müdürüydü. 15 yıldır Darüşşafaka Basketbolu için emek vermiş olan Ahmet’e senin de portreni yayınlayacağız deyince ilk tepkisi sahne ışıkları altında olmaktan hoşlanmayan kendi halinde insan tutumuydu. Başta yazmak zor geldi, aşağıda anlattığı gibi. Yazıyı gönderdiğinde ise çok beğendiğimi söyledim. Bu kez yazma konusunda daha cesur bir Ahmet vardı : “abi başta hiç istemedim ama iyi ki zorladın, şimdi acaba anılarımı da yazsam mı diyorum ?” Çok iyi olur Ahmet diyor ve uzun bir spor hayatının kısa öyküsünü Ahmet’in kaleminden sunuyoruz.
Kolay değilmiş
Öncelikle şunu ifade etmek isterim ki, sevgili Öktem abi sorular ileterek benden portre çalışması istediğinde bunu kolaylıkla hazırlayabileceğimi düşünmüştüm. Ancak kalemi alıp bir şeyler yazmaya başladığımda bunun aslında çok da kolay olmayacağının farkına vardım. Uzun yıllar elde edilen birikimleri, anıları yazıya dökmenin ayrı bir beceri istediği çok açıktı. Kısa ama yeterli bir anlatım sağlayabildiğimi umuyorum. Benden önce söyleşi yapılmış çok değerli insanların hayat hikayeleri var sitede. Hepsini tek tek okudum. Gerçekten Darüşşafaka’ya hizmet etmiş, bir çoğunu yakından tanıdığım büyüklerim… Hepsini sevgi ve saygıyla selamlıyorum.
Basketbol ve Darüşşafaka
Anne baba, eş, çocuk, sevgi, mutluluk, hüzün… hayatımızı şekillendiren, yaşamımıza anlam katan kavramlar. Benim de herkes gibi sahip olduğum bu değerler dışında hayatımın büyük bir dönemine damga vuran iki olay, basketbol ve Darüşşafaka.
Bu ikisiyle nasıl tanıştığıma gelmeden önce, klasik bir giriş olacak belki ama biraz kendimden bahsetmek isterim.
1970 yılında İstanbul’da doğdum. Mahalle okullarının henüz geçerliliğini yitirmediği o günlerde Ataköy İlkokulunu bitirdim. Daha sonra sırasıyla İtalyan Lisesi ve Marmara Üniversitesi İşletme Fakültesi eğitim hayatımın kademelerini oluşturdu. Üniversiteyi bitirdikten sonra biraz da askerliği geç yapmak adına kazandığım yüksek lisans sınavıyla eğitim sürecini uzatabilirdim ancak İstanbul dışında oynamam nedeniyle 1. sınıfın sonunda bölümden ayrılmak durumunda kaldım. Yine de kendimi şanslı olarak addediyorum zira tahsilini sürdürürken profesyonel olarak spor yapabilen belki de son neslin temsilcilerindenim. Bunu söylerken üzülüyorum çünkü günümüzde ikisini aynı anda götürebilmek oldukça zorlaştı. Bu belki sistemin, belki de ağırlaşan günlük şartların sonucu ama maalesef böyle.
Ben de zor bir ortaokul ve lise hayatı geçirmeme rağmen bir çok şeyden fedakarlık yaparak ikisini sürdürme şansına sahip oldum. Şimdiki gençlere, kendi oğlum da dahil vermeye çalıştığım mesaj bu. Özellikle küçük yaşlarda spor yapmak çok önemli, ama eğitimden taviz vermeden. İlerleyen yıllarda, zorlukların üstesinden geldikçe bu dengeleniyor. Sporun hangi dalı olursa olsun profesyonel olmak, başarılar kazanmak çok güzel ama gelecek garantisi yok. Ancak iyi bir eğitim almak insana ne olursa olsun farklı vizyonlar kazandırıyor.
Beyaz Gölge yılları
Televizyonda Beyaz Gölge dizisi, Efe ve Erman ve Milli Takım… Basketbolla tanışmak için yeterli sebep vardı elimde o yıllarda. 80’li yılların başlarında adeta bir patlama yaşanıyordu ülkede. Her köşe başında bir pota ve etrafında koşuşturan çocuklar. Tabii biz de şu anki gençliğin pek tanımadığı mahalle kültürüyle sokaklarda topun peşinde. Abimin elimden tuttuğu gibi götürdüğü ve izlemeye doyamadığım lig maçları. O yıllarda Eczacıbaşı, İTÜ (İstanbul Teknik Üniversitesi) gibi takımların maçlarını takip etmek ayrı bir keyifti bizim için. Dönemin bir çok oyuncusunu salonlarda tanıdım. Şimdiki gibi televizyon yayının fazla olmaması aslında fırsattı bizim için. Böylelikle o meşhur Spor Sergi ruhunu sonuna kadar
yaşama ve hissetme şansına sahip oluyorduk. Basketbol adeta hayatım olmuştu. Evde yaptığım derme çatma potalar beni tatmin etmemeye başlamıştı. Sonunda ortaokul son sınıfta beden öğretmenim ki voleybol antrenörüydü, beni Eczacıbaşı’na yönlendirmesiyle Ataköy’den Levent’e uzanacak olan maceram başlamış oldu. Zorlu yaz idmanları, benden tecrübeli akranlarım ve adaptasyon süreci derken karşılıklı olarak o elektriği yakalayamadık. Ama her konuda olduğu gibi basketbol oynamamda da bana en büyük desteği veren sevgili annem belki de en doğru zamanı seçerek beni Efes Pilsen kulübüne götürdü. Böylelikle lisanslı olarak basketbola başlamış oldum. Ama bir yılın sonunda ki lise birinci sınıftaydım, mezun olana dek peşimi bırakmayacak kabusum başlamıştı. Beş dersten ikmale kalmıştım ve sınıf tekrarlama tehlikesiyle karşı karşıyaydım. Abimle sıkı bir yaz çalışması sonucunda paçayı kurtardım. Ama ilk yıl deneyim beni ürkütmüştü. Tekrar aynı sıkıntıları yaşama stresi, Efes’in taviz vermez yapısı beni o yıl basketbola ara vermeye zorladı. İlerleyen günlerde derslerim düzelmiş ama basketbol sevgisi her geçen gün artmıştı.
İTÜ’de aradığımı buldum
Bir gün belki de basketbol kariyerimi tamamen değiştirecek biri geldi evimize. O dönemde aynı mahallede oturan bir büyüğüm beni İTÜ’ye götümeye ikna etti. Gidiş o gidiş. Yetiştiğim ve bende büyük emeği olan kulübümde çok kısa sürede A takıma kadar yükseldim. İlk maçıma çıktığımda henüz lise son sınıf öğrencisiydim. Harun Erdenay, Levent Topsakal, Recep Şen, Necati Güler, Zeki Tosun, Cihansever Yeşildağ ve Kemal Erdenay gibi basketbola önemli hizmetlerde bulunmuş değerli isimlerle beraber oynama ve çalışma şansına sahip oldum. Beni basketbola kazandıran ve bir kariyer sahibi olmama neden olan İTÜ’ye çok şeyler borçluyum. 12 yıllık profesyonel hayatım boyunca 1. Ligde Bakırköy, Meysu, Beşiktaş, Tuborg gibi takımlarda oynadım.
Geriye dönüp baktığımda en büyük üzüntüm yıldız ve ümit milli takım aday kadrolarına çağrılmama ve A milli takım için adımın geçmesine rağmen okul veya kişisel sebeplerden dolayı milli formayı giyememiş olmaktır. İleride ümit milli takımda yönetici olarak görev yaparak bir nebze olsun bu mutluluğu yaşadığımı düşünüyorum.
Erhan Eran’ın anılarından Darüşşafaka gerçeğine
Erken yaşta kaybedilen bir baba, yeni bir umut, siyah yeşil renkler ve Darüşşafaka… Küçüklüğümde evde babamın (Erhan Eran – Darüşşafaka ’55) bize sık sık anlattığı konulardı bunlar. Dolabından çıkararak bize gösterdiği okul yıllarına ait fotoğraflar, notlar benim için keşfedilmeyi bekleyen çocukluk anılarıydı. O dönemlerde bazı şeyleri kavramak kolay değildi. Ama babamın bize anlattıklarının ne anlama geldiğini Darüşşafaka’da çalışmaya başlayınca çok daha iyi anladım.
2000 yılında basketbolu bırakma kararı almıştım. O dönemde Darüşşafaka yönetiminden kulüpte oynamam yönünde bir teklif iletildi bana. 30 yaşındaydım ve devam edebilecek güce sahiptim. Ama ben o gün basketbolun da içinde bulunduğu şartlardan dolayı artık oynamayı düşünmediğimi ancak yönetici olarak özellikle altyapılarda Darüşşafaka’ya hizmet etmek istediğimi söyledim. Onlar da bu isteğimi olumlu karşıladılar ve altyapı koordinatörü olarak Darüşşafaka Spor Kulübü’nde, bugüne dek sürecek olan çalışma hayatıma başlamış oldum. Kendine oyuncu yetiştirmeyi amaç edinmiş bir kulüpte çalışmak keyif vericiydi. Ekip olarak altyapılarda kısa sürede önemli işler yaptık. İlk defa küçük, yıldız ve genç takım olmak üzere tüm kategorilerde Türkiye üçüncüsü olarak madalya kazandık. Madalya kazanmanın ötesinde ilerleyen yıllarda A takıma da önemli katkılar sağlayacak birçok oyuncuyu bu takımlara kazandırdık. Kısa bir dönem altyapı sorumlusu olarak çalıştıktan sonra 2002 yılında çok genç sayılabilecek bir yaşta kulüp müdürü oldum.
100 yıllık spor okulu: DSK
Geçen yıllar boyunca kulüp yönetiminde olan herkesle bir abi kardeş ilişkisi içerisinde ama profesyonelliğin getirdiği ciddiyetle çalıştık. Verilen mesailerin, gösterilen fedakarlıkların yakın tanığıyım. Bugün bir kaç kulüp dışında kiminle konuşsanız hep maddi imkansızlıklardan, ekonomik zorluklardan bahsedilir. Hak vermemek mümkün değil. Değişen koşullar, büyük sponsorlar, belediye takımları vs… Ama ben geçmişi, olmayanlarla değil yapılanlarla değerlendirmeyi tercih ederim. Tarihiyle, camiasıyla, basketboldaki tecrübesiyle her zaman ayakta kalmayı başarmış bir kulüp Darüşşafaka. Hep en iyisine layık olmakla beraber hangi ligde olursa olsun basketbolda bir marka. 100 yıllık geçmişi olan bu kulübün bir ekol olarak varlığını devam ettirmesi en büyük dileğim.
Unutulmayan anlar..
Basketbol oynadığım ve Darüşşafaka’da çalıştığım yıllara ait çok anılarım var. İlk aklıma gelenler; İTÜ‘de oynarken Galatasaray’a karşı maçın son saniyesinde orta sahadan attığım üçlükle maçı kazanmamız, Beşiktaş’ta iken Tofaş’a karşı bir lig maçında takımımın ilk 17 sayısını atmam, Aris’le oynadığımız Avrupa Kupası maçında çıkan olaylar, 2002 senesinde Darüşşafaka ile Türkiye Kupası finali, 2006’da İspanya’da genç takımla katıldığımız Hospitalet Turnuvası, 2006-2007 sezonu ve F.Bahçe’ye karşı oynadığımız play-off maçları, İkinci Ligde gençlerle geçirdiğimiz o zorlu ilk sezon, 100. Yılımızda şampiyon olarak tekrar Birinci Lige dönmemiz ve daha niceleri…
Ama özellikle oynarken ikisini ortak noktaya getirebildiğim, sizleri de gülümsetebilecek olanları anlatmak isterim. Profesyonel sporculuk hayatımda bir çok kez son saniyede attığım basketlerle maçlar kazandık. Tesadüf olarak bunlardan ikisi de Darüşşafaka’ya karşı oynadığım maçlarda gerçekleşti. Biri Erman (Kunter) abiye karşı ki, son molada oyuncularına beni nasıl tutmaları gerektiğini anlatmıştı. Diğeri de Zare Markovski antrenörken attığım son saniye üçlüğü. Tabi bu maçlardan sonra Darüşşafaka’lı abilerin babama “senin oğlan yine bize attı” diye espriyle takılmaları ve babamın bunları gülümseyerek bana anlatması her zaman hatırımdadır. Bugün dahi o günleri hatırlayan yönetici büyüklerim ve kardeşlerimle bu maçları anlatır, gülüşürüz.
İlk transferim Darüşşafaka’ya
Camiada, kulüpte aldığım görevle bilinsem de 1993 senesinde İTÜ’den ilk transferimi yaptığım takımın Darüşşafaka olduğunu çok az kişi hatırlar. Transferimin kapalı olduğu (24 yaşına kadar) o yıl, dönemin cemiyet başkanı Çetin Berkmen’in de girişimi sonucunda, kulüp yönetimi, genç ve güçlü bir kadro oluşturan Darüşşafaka’ya gitmeme izin verdi. Yaz dönemi boyunca takımla beraber çalıştım. Fransa’da kamp yaparak çeşitli takımlarla hazırlık maçları oynadık. Ancak o dönem antrenörüm olan Erman abi ile beklediğim uyumu yakalayamadığımdan yönetimin de izni ve onayıyla sezon başında Bakırköy kulübüne transfer oldum.
Son olarak şunu da eklemek isterim. Oynadığım süre boyunca resmi bir maçta Darüşşafaka formasını giyme şansını yakalayamadım ama şu anda 12 yaşında olan oğlum Berk Eran küçük B takım kadrosunda yer alarak bu mutluluğu bize yaşatmayı başardı. Babam, ben ve oğlum bir şekilde üç nesil Darüşşafaka’lıyız sayılır !
Basketbolu hem oyuncu, hem yönetici olarak çok iyi bilen birisini bulmuşken soralım: İkinci lig nasıldı?
İki lig arasında her zaman bir paralellik söz konusudur. Birinci Ligde kalite arttıkça,ekonomik şartlar düzeldikçe bunun alt lige olan etkisi pozitif yönde artar. Geçmiş yıllarda ikinci ligin kalitesi oldukça düşüktü. 2000’li yılların ortasından itibaren yukarıda belirttiğim şartlara ek olarak TBF’nin aldığı bir takım kararlarla (takım sayısının düşürülmesi, Anadolu takımlarının yatırım yapmaya özendirilmesi, çifte lisans uygulaması, yabancı sayısının arttırılması, üçüncü ligin kurulması, maçların İddaa programına alınması ve sponsorların devreye girmesiyle) ligin kalitesi oldukça yükseldi. Birinci Ligde uygulanan yeni yabancı kuralı ile takımlarında fazla şans bulamayan tecrübeli veya genç Türk oyuncuların da katılımıyla seyir zevki yüksek, çekişmeli maçların yaşandığı bir lig haline geldi. Geçmişte, sezon başında çıkacak takımın belli olduğu bir lig oynanırken, bugün en az 7-8 takımın zirveye oynadığı ve önceden kimin favori olduğu kestirilemeyen bir sezon yaşanıyor.
Yazılı olmayan kuralların yaşandığı bir lig
Birinci ligle İkinci lig arasındaki farklar nedir ? Bu soru bana sık sık soruldu açıkçası. İki ligi yaşamış bir insan olarak cevabım her zaman kısa ve net oldu : “yazılı olmayan kuralların yaşandığı bir lig’’. Bu cevabımdan – ki 2.ligden yola çıkarak söylüyorum – illegal bir yapının olduğu düşünülmesin. Sonuçta TBF yönergelerine ve uluslararası oyun kurallarına göre oynanan bir ligden bahsediyorum. Burada vurgulamak istediğim nokta, sahada oynanan basketbolun farklılığı ile ilgili. Sizleri de bilgilendirmek adına konuyu biraz açmak isterim. Mutlaka iki lig arasında daha çok maddi imkanlara bağlı olarak organizasyon, kulüp yapıları,basketbol mantalitesi, oyuncu kalitesi ve hedefler bakımından önemli farklılıklar var. Bunların içeriğini genişletebilirim ama konuyu uzatmak istemiyorum. Ama bana göre en büyük farklılık yukarıda da belirttiğim gibi sahada oynanan basketbol. İkinci ligin kendine özgü bir yapısı var. Yıllardır burada çalışan, emek vermiş antrenör ve oyuncular bu lige özgü bir mücadele tarzı yaratmışlar. Çok sert, temposu yüksek maçların oynandığı, birinci lige göre kıyasladığımızda ‘’under size’’ diye nitelendirdiğimiz, hem içeriden hem dışarıdan oynayabilen oyuncuların fazlaca olduğu ve kapasiteleri bir birine yakın olması sebebiyle oyuncuların günlük performanslarına göre şekillenen taktiksel bir lig… İkinci ligi yaşamamış olanlar belki tam kavrayamayabilir ama birinci lige çıktığımız geçen sezon dahil, ikinci ligde oynadığımız her maçın sonunda savaştan çıkmış gibi oluyorduk.
Yeni değişen kurallar ligi nasıl etkileyecek?
Bu sezon yapısal anlamda en büyük değişiklik takımların kadrolarında bulundurabildikleri yabancı oyuncu sayısı. Değişen kurallara bağlı olarak takımlar istemeleri halinde sahaya çıkan kadrolarında 6 yabancı oyuncuya yer verebiliyorlar. Teknik ekibin tercihine bağlı olarak bu oyuncuların 5’i ayna anda sahada olabilir. Bu çok tartışılan ve özellikle genç oyuncuların gelişimini ilgilendiren bir konu olduğu için sık sık gündeme geliyor. Ben çok detaya girmeyeceğim çünkü bunun ayrı bir tartışma konusu olduğuna inanıyorum. Ama lige, özellikle sonuçlara yansıması açısından değerlendirirsek, bu kuralın daha kısıtlı bütçesi olan takımlara yaradığını düşünüyorum. Geçmiş sezonlarda da bir takım sürprizlerin yaşandığına, alt sıralarda olan takımların zirveyi zorlayanları yenebildiğine şahit olmuştuk. Ancak değişen kurallarla beraber, yüksek maliyetleri nedeniyle belli kalitede Türk oyuncu alamayan ama bu açığı yabancı oyuncularla kapatan kulüplerin, doğru bir yapılanma ve düzgün takım kimyasıyla sıralamayı değiştirebilecek galibiyetler alabildiğini ve ligin üst sıralarında kendilerine yer bulabildiklerini görüyoruz. Bugün itibari ile Trabzon ve Torku Konya’yı bu takımlara örnek olarak gösterebiliriz.
Darüşşafaka Birinci Lig’deki bu ilk yılında ne yapar?
Biz bu yıl ne yapabiliriz sorusuna gelince… Kişisel olarak tahmin yürütmeyi seven bir insan değilim. Sporda bazı şeyleri öngörmek kolay değil. Ama öncelikli hedefimizin ligi ilk 6 sıra içerisinde bitirerek Euro Cup’a katılmak olduğunu söyleyebilirim. Büyük takımlar olarak adlandırdığımız F.Bahçe, Galatasaray, Beşiktaş, Anadolu Efes dışında Banvit, Karşıyaka gibi tecrübeli ve istikrarlı takımların olduğu bu ligde kolay maç yok gibi. Ancak dengeli ve kimyası iyi oluşturulan bir takım olarak üst sıraları zorlayabilecek bir kapasiteye sahip olduğumuzu düşünüyorum. Tecrübeli bir teknik ekibe sahip olmamız, Avrupa kupası oynamamamız ve ekonomik şartlar bize avantaj yaratan unsurlar.
Hem oyuncu, hem çalıştırıcı, hem yönetici olmuş biri olarak çoğumuzun merak ettiği bir şeyi soralım: oyunun ateşi içinde oyuncular kenardan söylenenleri ne kadar takip edebilir, anlayabilir ve uygulayabilirler? Bu anlamda oyuncuyken başınızdan geçen ilginç anı var mı?
Bir takımın başarılı olabilmesi, oyuncuların antrenörleri tarafından kendilerinden istenenleri sahada en az hatayla uygulayabilmesine bağlıdır. Ancak günümüzde basketbol, fiziksel mücadelenin üst seviyeye çıktığı, çok süratli oynanan, hızlı düşünüp çabuk aksiyon almanın gerektiği bir oyun haline geldi. Dolayısıyla bu mücadelenin içerisinde antrenörü iyi dinlemek, bunları sahada yerine getirmek konsantrasyon gerektiren bir durum. Tabii ki bir maç sadece koçun maç sırasında verdiği taktiklerle kazanılmıyor. Sezon öncesinde oluşturulan takım yapısı ve buna uygun oyun sistemi, çalışma prensipleri gibi bir çok kriter sayabiliriz. Ancak şunu net olarak ifade edebilirim ki, antrenör taktiksel olarak ne yaparsa yapsın saha içerisinde sonucu belirleyen oyuncuların performansı oluyor.
Uzatmada yenildik!
Ben Tuborg’da oynarken bir Avrupa Kupası maçında son saniyelerde iki sayı mağlupken bize faul yapıldı. Maçı 3 sayı farkla kaybetmemiz halinde bile grup ikincisi olarak ikinci tura çıkacaktık. Ancak kazanmamız halinde grup birincisi olacak ve bir sonraki tur için daha avantajlı bir sonuç elde edecektik. Molada antrenörümüz, hemen hemen tüm iyi oyuncuları 5 faulle çıkmış olan rakibimizi uzatmada yenebileceğimizi düşünerek iki faulü de atmamızı istedi. Takım arkadaşım birincisini attıktan sonra antrenörümüz fikrini değiştirdi ve ikincisini kaçırmasını istedi. Ben kendisine bağırmama rağmen belki de molada konuşulanı dikkate alarak ikincisini de attı ve maç uzatmaya gitti. Uzatmada yedek takım bizi adeta süpürdü .Maçı 15 sayıyla kaybettik ve gruptan çıkamadık. Sonuçta maçın gidişatına göre bir karar vermeniz gerekiyor. Bazen doğru verilmiş gibi görünen bir karar yanlış sonuçlar doğurabiliyor. Bu da hayatın bir gerçeği.
Nasıl bir oyuncuydunuz? Özellikleriniz nelerdi? Nasıl bir tarzınız vardı? Karşı takımlar sizin için nasıl hazırlanırlardı?
İnsanın kendini anlatması kolay bir şey değil. Uzun yıllar oynadım. Kendi adıma güzel şeyler yaptığımı düşünüyorum. Benim oynadığım dönemlerde ”hücum oyuncusu en iyi oyuncudur’’ zihniyeti daha ağır basardı. Bugün bu zihniyet değişti. Artık hücumun yanında fiziksel olarak sert olan, müdafaa yapıp ribaunt alabilen oyuncular da basketbolun vazgeçilmez unsurları. Ben skor da yapabilen bir oyuncu olarak bugün oynuyor olsaydım diğer özelliklerimle çok daha fazla ön plana çıkabilirdim diye düşünüyorum.
Diğer takımlarda oynayan arkadaşlarımdan aldığım bilgilere göre:) daha çok sağa penetre eden bir oyuncu olarak savunmacılar hep sağımı kapatmaya çalışırlardı ama ben yine de çembere gidip sayı atmayı başarırdım.
Basketbolun dışında Ahmet Eran neler yapar?
Açıkçası basketbolun dışında bize fazla boş vakit kalmıyor. Bazen maç programına göre 15 gün izin yapamadığımız zamanlar oluyor. Boş vakitlerimde mümkün olduğu kadar çocuklarıma vakit ayırmaya çalışıyorum. İki çocuğumuzu da spora yönlendirdik. Gelişimlerinde spor yapmanın çok önemli olduğunu düşünüyorum. Ancak taviz vermediğimiz en önemli konu eğitim .
Kendi mesleğimle ilgili yayınları ve konuları takip etmek hoşuma gider. Spor yapmak benim için vazgeçilmezlerden. Kendime ait boş zamanlarımda İstanbul’un tarihi bölgelerini gezmeyi severim. Tarihe çok meraklıyım. Özellikle yakın dünya tarihiyle ilgili çok kitap okudum. Bu alanla ilgili yayınları takip etmeye devam ediyorum.
Güzel bir hayalle bitirelim sohbetimizi : Para ve zaman söz konusu olmasa yapmak isteyeceğiniz 3 şey ne olurdu?
Hem bol zaman hem para. Gerçekten iyi bir ikili. Kolay kolay yan yana gelecek bir şey değil. Aslında ikisini de doğru kullanmak önemli hayatta. Tabii bunların yanına sağlığı da birinci sıraya eklemek şart yoksa bir anlam ifade etmez. Ama böyle bir imkanım olsa öncelikle çocuklarımla daha çok ilgilenmek adına onların yaşam koçu olmayı isterdim. Okul, spor ve günlük hayatlarıyla ilgilenme ve daha fazla beraber olma fırsatını yaratırdım. Sonra, kendi mesleğim olan basketbolda en büyük eksikliklerden bir tanesi nitelikli profesyonel yönetici sayısının az olması. Antrenörler bu mesleği yerine getirmek için sınırlı da olsa belli bir eğitimden geçip lisans almak zorundalar. Ama profesyonel spor yöneticisi olmak için böyle bir uygulama yok. Bu açığı kapatmak için sadece bu alanda eğitim verecek bir akademi kurmak isterdim. Bazı üniversitelerde bu bölümler açıldı ama yetersiz. Ben sporda geldiğimiz noktaya bakınca böyle bir kurumun olmasının elzem olduğunu düşünüyorum. En son olarak da; sanırım dünya üzerinde bozulmadan kalmış çok az yer kaldı. Bu ruhu kaybetmeden başta Küba olmak üzere Güney Amerika’yı adım adım gezmek isterdim.
ök/fa, ocak 2015
Comments are closed.