İsmet abi konuşuncaya kadar çatık kaşlı, otoriter. Esas olarak kaş yapısından gelen bu izlenim sohbetle birlikte ortadan kalkıyor. Analitik bir beynin anlatımı başlıyor. İlk karşılaşmamız DSK Yüzüncü Yıl Yemeği buluşması sırasında oldu (Kasım 2014). Gecede soğukkanlı bir değerlendirmesini sundu. Emek ve kaynak ayırarak yaşamasına omuz verdiği DSK için ve Darüşşafaka için, DC-DSK-Doğuş anlaşmasının neden yararlı olduğunu bir kaç cümlede özetledi. Belki de emek ve kaynak ayırdığı için değerini daha iyi hissetti ve adeta söke söke söz alarak 🙂 toplantıdaki 360 kişiye bunu söylemek ihtiyacını hissetti. Can Bartu “hergelesi”ni nasıl tanıdığını, Nedret’in tüyler ürpertici gece yürüyüşünü, Darüşşafaka’yı korumak ve yaşatmak için idare ile temasların önemini, tarihi okulun kendisi üzerindeki kader değiştirici etkisini öğrenmek üzere sözü ona bırakıyoruz.

Beni tuğla ocağından aldılar. Tek başıma İstanbul’a gelip imtihana girdim.

1940’ta Bulgaristan’da, Kırcalı’ya bağlı İridere kasabasında doğdum. 1950’de Türkiye’ye gelip Bursa’ya yerleştik. Babam Bulgaristan’dayken rahmetli olmuştu. İlkokul 4 ve 5’i Bursa’da okudum. İlkokulu bitirince beni tuğla ocağına gönderdiler. Bir kalıba çamur dolduruluyor, sonra güneşte kurutuluyor. Ağabeyim terzi kalfasıydı. Öğretmenimiz daha önce bir giysisini ona tamir ettirmiş, oradan tanışıyorlarmış. Yazın yolda karşılaşmışlar. Beni sormuş. Ağabeyim çalıştığımı söylemiş. “Okumayacak mı?” diye sorunca, “Gönderemeyiz, imkânımız yok,” demiş ağabeyim. Öğretmenim, “Bak karşıda milli eğitim müdürlüğü var, yarın bu saatte oraya gel,” demiş. Ağabeyim gitmiş ertesi gün milli eğitim müdürlüğüne, Turhan Hoca orada. “Darüşşafaka diye bir okul var, İsmet’in de babası yok, şartlara çok uygun, onu oraya göndereceğiz,” demiş. Beni tuğla ocağından aldılar. Tek başıma İstanbul’a gelip imtihana girdim.

Meğer Bulgaristan’da bir yasa çıkarılmış… kim bir derece üste çıkıyorsa beş ağaç dikmek zorunda.

20150223_145233
Fethi Aytuna ile resimler üzerinden çalışma . 2015.

Dört kardeştik, üç erkek bir kız. İlk üç sınıfı Bulgaristan’da okudum. Biz Bulgarca b harfini bile bilmezdik. Program tamamen Türkçeydi ve Türkiye’den gelirdi. On yaşına kadar iki tane Bulgar görmüştüm. Biri doktordu, biri de kasabada görevli biriydi. Herkes Türk’tü.  İki sene evvel, Mithat Yazgıç ve Zeki Yavuztürk’le beraber köyüme gittik. Artık kimse yaşamıyor, bütün Türkler terk etmiş. Bulgarlar da bizim dağda ne işimiz var diye gelmemiş. Her şey yıkılmış, bir tek şey var: orman. Bizim çocukluğumuzda o kadar orman yoktu. Onun hikâyesini de anlatayım. İlkokul ikiden üçe geçtim. Sen devam edemezsin dediler, şaşırdım kaldım. Ağabeyim gidip yetkililerle konuştu. Meğer görevim varmış, yerine getirmemişim. O görevim beş tane ağaç dikmekmiş. Meğer Bulgaristan’da bir yasa çıkarılmış. Öğrenciler her sınıf geçtiğinde, memurlar bir kademe yükseldiğinde, subaylar terfi ettiğinde, yani kim bir derece üste çıkıyorsa beş ağaç dikmek zorunda. İşte o seyahatte gördük ki, Bulgaristan’ın her tarafı yemyeşil olmuş, bir karış boş yer yok.

Bir tahta bavul ve yuvarlanmış yatak denklerinden başka bir şey alamadan Türkiye’ye geldik.

Bulgaristan’a komünizm gelince yavaş yavaş ilerliyor. Herkes biliyor ki ferdi mülkiyet yok, her şey üleştirilecek. Bu biraz da bizim taraflara elinden alınacak, el konulacak şeklinde geliyor. Komünist Partisine özellikle ismi önde olan kişiler kaydediliyor. Benim babam başka bir köyde hem cami hocası, hem okul hocası olarak görev yaptığı için önemli bir kişi sayılıyor. Fakat babam partiye kaydolmuyor. Bir süre sonra bir haber geldi, babanız öldü dediler. Bizim köye getirip defnettiler. Bulgaristan’daki gelişmeler Türkiye’de takip ediliyormuş. Babamın bu davranışı çok ilgi çekmiş. Bulgarların kasten öldürdükleri ortaya çıkmış dediklerine göre. Zamanın dışişleri bakanı Fuat Köprülü o aileyi Türkiye’ye getirelim demiş ve biz öyle gelmişiz. Bir tahta bavul ve yuvarlanmış yatak denklerinden başka bir şey alamadan Türkiye’ye geldik. Allahtan yıllar evvel Bursa’ya yerleşmiş dayım vardı. O bize yardımcı oldu.

Dalga geçtiğimiz hergele… Can Bartu’ymuş !

Darüşşafaka’ya 1952’de girdim, 1958’de bitirdim. Otuz beş kişi girdik, yirmi bir kişi mezun olduk. Ortaokul yıllarında kulübün yıldız takımında basketbol oynadım. Guard mevkiinde oynardım. Basketbolla ilgili hiç unutmadığım bir anım var. Orta 1’i bitirdiğimiz sırada eski salonda yıldızlar arasında bir basketbol turnuvası yapıldı. Tribün yok tabii, tahta parmaklıklara tutunur izlerdik. Bizim Darüşşafaka yıldızlar takımında Batur abi oynuyordu. Kadıköyspor’la maçımız vardı. Kadıköy takımında bir oğlana taktık biz. Sıska bir oğlan. İlk beşte oynatmıyorlar bunu. Sonraki maçlarda da oyuna almadılar. Kenarda biz bununla, ‘Sen de oynasana,’ diye dalga geçiyorduk. Bazen gülerdi bize, bazen kızardı. Sonra tatile gittik. Tatilden döndük, bu defa yıldızlar takımına biz girdik. Rakiplerimiz ne durumda filan diye kendi aramızda konuşuyoruz. Diyorlar ki Kadıköyspor’da biri var, müthiş bir oyuncu. Kimse onunla başa çıkamıyor, herkesi yeniyorlar. ‘Kim bu, biz niye bilmiyoruz?’ diye kendi aramızda konuşuyoruz. Bir maça götürdüler bizi, bir baktık bizim dalga geçtiğimiz hergele. Kimmiş biliyor musunuz? Can Bartu! Bir yaz tatilinde adam nasıl gelişmiş.

Hakemler aralarında toplanıp konuşuyorlar, sonunda basket kararı veriyor ve maçı 71-70 kazanıyoruz.

Yıllar geçti. Ben Maden Fakültesi öğrencisiyim. Yazın Almanya’ya staja gidiyoruz. İranlı bir arkadaşımız vardı, onun arabası vardı. Ben götürürüm sizi dedi. Dolaşa dolaşa gidiyoruz, Venedik’e uğradık. Bir yere girdik, yedik içtik. Hesap istedik, getirmiyorlar. Bir süre sonra sahibi geldi. “Sizden para almıyoruz,” dedi. Şaşırdık kaldık, nasıl olur dedik. “Siz Can Bartu’nun ülkesinden geliyorsunuz, onun için para almıyoruz sizden,” dedi. O sırada Can Venezia’da oynuyordu.

Matematik öğretmeni Yahya Omay ile "13 adım" adı verilen yerin önünde. Buranın adını Aziz Nesin koymuş. Duvara kolay çıkmayı sağlayan bir tümseği bulmak için 13 adım sayılıp o noktadan kaçılıyormuş
Matematik öğretmeni Yahya Omay ile “13 adım” adı verilen yerin önünde. Buranın adını Aziz Nesin koymuş. Duvara kolay çıkmayı sağlayan bir tümseği bulmak için 13 adım sayılıp o noktadan kaçılıyormuş

Nedret Uyguç 1951’de girmişti, bizden bir sınıf büyüktü. O dönemde kalanı atarlardı, nasıl olduysa bir sene kaldı, bizimle bitirdi. Bazı geceler bizi duman ederdi, hepimiz uykusuz kalırdık. Geceleri uykusunda dolaşırdı. Eski binanın en üst katı yatakhaneydi. Pencere açıldığı zaman bir insanın sığabileceği kadar çıkıntılar vardı binanın çevresinde. Uykusunda dolaşırken oraya çıkıp o çıkıntıda yürür, sonra geri döner, tekrar yatardı. Geçenlerde üniversiteden arkadaşım milli basketbolcu Ömer Urkon Nedret’le ilgili bir anısını anlattı bana. 1961’de Belgrad’da Avrupa Şampiyonası yapılıyor. Polonya ile oynuyoruz. O yıllarda Polonya klasmanda bizden çok güçlü durumda. Fakat o maçta bizimkiler çok iyi oynuyor, attığını sokuyor. Maça ortak oluyorlar. Rakip oyuncular çok sinirli durumda. Nedret rakip pota altında bir topu kapıyor. Hemen etrafını sıkıştırıyorlar. O da o sıkışıklıkta kendini kurtarmak için topu havaya atıyor. Top çemberin altından içeri girip yukarı çıkıyor, sonra tekrar aşağı inip sepetten içeri giriyor. Hakemler, oyuncular herkes donup kalıyor. Hiç yaşanmamış bir şey. Hakemler aralarında toplanıp konuşuyorlar, sonunda basket kararı veriyor ve maçı 71-70 kazanıyoruz.

Yalçın abi … O çalışmalar sayesinde takımı şampiyon yaptı.

4
1955’te başbakan Adnan Menderes’in okula ziyareti. Adnan Menderes arkada, ortada. Ben orta 3’teyim

Darüşşafaka’nın basketboldaki ilk en büyük ürünü Yalçın Granit’ti. Darüşşafaka’da herkes basketbol oynardı, bunların bazıları sivrilip çeşitli kulüplerde oynadı. Yalçın abi geldi. Nedret o zaman çok meşhur değildi. Nedim’i kimse bilmezdi, neredeyse sokaktan aldı getirdi. Yalçın abi günde üç defa antrenman yaptırırdı. Sabah, öğle, gece. O çalışmalar sayesinde takımı şampiyon yaptı. Bir antrenör adamı sıfırdan yaratabilir. Biz idmanlarda Yalçın abiyi izlerdik. Bir oyuncu nereden, nasıl atış yapacak çalıştırırdı. Defalarca, tekrar ettirirdi.

Terfi maçlarında ikinci olduk ama ya şampiyon olursak diye bitene kadar perişan oldum!

Ben de Darüşşafaka’yı bitirdikten sonra üniversitede okurken üç sene PTT’de basketbol oynadım. Spora karşı aşırı bir ilgim yoktu ama burs verecekleri için lisans çıkardım ve oynadım. PTT takımında hentbol da oynamıştım. Bize bir kuruş harçlık verdiler mi her şeyi yapardık! Okul bittikten sonra askerliğimi yaparken bu kez Jandarmagücü takımında Nedret’le birlikte oynadık.

Sporla ilgim daha sonra kulüpte devam etti. 1978’de spor kulübüne başkan oldum, 1984’e kadar görev yaptım. Benden sonra Nami Gönenç başkan oldu. 1982’de basketbol takımımız mahalli kümede şampiyon oldu. Terfi tenzil maçlarına Antalya’ya gidecektik. 12 Eylül yönetimi o sırada Yücel Seçkiner’i Beden Terbiyesi Genel Müdürü yapmıştı. Onu albaylığından tanırdım. Onunla karşılaştık bir gün. “Ne oldu Darüşşafaka?” dedi. “Şampiyon olduk,” dedim. “Antalya’ya gideceğiz ama ne yapacağımızı bilemiyorum, deplasmanlı lige çıkarsak orada oynayacak bütçemiz yok,” dedim. Ben, “Şampiyon olabiliriz ama lige katılmayız,” diye konuşunca, “Sakın ha!” diye uyardı. “Katılmazsanız o kadar ağır ceza veririz ki kulübünüz kapanır. O zaman mağlup olun,” dedi. Ben mağlup olun diye kime söyleyebilirim? Perişan oldum orada, hiç kimseyle paylaşamadım bunu. Terfi maçlarında ikinci olduk ama ya şampiyon olursak diye bitene kadar perişan oldum!

Okula erzak alınması için cemiyet yöneticilerinin aralarında para topladığı olurdu.

Spor kulübünün dışında ayrıca 1979’da cemiyet yönetimine girdim, 1993’e kadar devam ettim. Yaptığımız işten zevk alırdık. Sadece kulübün değil okulun da zor zamanları oluyordu. Okula erzak alınması için cemiyet yöneticilerinin aralarında para topladığı olurdu. O zamanki cemiyet başkanı Hayri Öndeş Darüşşafakalı değildi, Arı İnşaat’ın sahibiydi. Cebinden çok para verdiği olmuştur.

Kenan Evren 1984’te cemiyete geldi. Eski binayı mali olanaksızlıklar nedeniyle onaramadığımız o günkü şartlara ilişkin sohbet sonrasında, Darüşşafaka’nın geleceği için daha modern bir kampüsün kurulabileceği bir bölgeye taşınmanın doğru olacağı ortaya çıktı. Maslak’a taşınma fikri öyle başladı. Bu görüşmeyi takiben çeşitli yerler arandı. Bir yer buluyorlar; Çatalca’nın bilmem neresinde, İzmit’in bir köyünde. Biz illaki İstanbul’da yer arıyoruz. Zeki Yavuztürk o zaman milli savunma bakanıydı ve benim çok yakın arkadaşımdı. “Yeşil bir yer varsa ya mezarlıktır ya bizimdir,” dedi. Genelkurmayın emlak işine bakan amiralle oturduk, yer araştırdık. Araya araya orayı (okulun şimdiki yeri) bulduk. Okulun yeri o zaman orduya aitti.  Yeni okulun yapımı için para bulmak amacıyla eski okulun yerini satalım dedik… Genel Müdürü Darüşşafakalı Coşkun Ulusoy olan Ziraat Bankası’nın Bankacılık Okulu yapmak üzere satın almasıyla bu sorunumuzu da çözebildik ve yeni, modern bir eğitim yerleşkesine kavuştuk.

10
Başbakan Yıldırım Akbulut Darüşşafaka Lisesini ziyareti sırasında şeref defterine izlenimlerini yazıyor. Soldan sağa : ?, Yavuz Şeremetoğlu, İnciser Akpınar (Müdür), Pınar Canevi YK üyesi, Hayri Öndeş Başkan, Erhan Eran, YK üyesi; Yıldırım Akbulut, Başbakan; Zekeriya Yıldırım YK üyesi, Cahit Bayar, Vali;  İsmet Kasapoğlu, YK üyesi; Hayati Baygan, YK üyesi; ?, Bayram Akbaş, YK üyesi. 1990.

“Hah işte, Darüşşafaka da tarihi eserdir, dokunamazsınız,”

Darüşşafaka’ya büyük hizmet veren insanlardan biri de Yıldırım Akbulut’dur. 1980’de ihtilal oldu. O zaman solcu, sağcı dernekler çok yaygın olduğu için ihtilalden sonra bütün dernekler statülerini valiliklere teslim etti. Aradan yıllar geçti, bizim cemiyete bir yazı geldi: “Statünüzün birinci maddesini değiştirin, onay için valiliğe gönderin.” Değiştirmemiz istenen madde şu: Darüşşafaka Cemiyetinin başkanı başbakandır. Bu olmaz dediler. Cemiyet başkanı Hayri Öndeş gidip valiyle görüştü. Değiştirilmesinde ısrar ettiler. Hayri Abi yer arama işinden dolayı Zeki Yavuztürk’le dostluğumu biliyordu. “İsmet şu meseleyi bir konuş,” dedi. Zeki’ye durumu aktardım. O zaman Yıldırım Akbulut da içişleri bakanıydı. Zeki’nin önerisiyle ona gittik. Özel kalem müdürünü ve hukuk müşavirini çağırdı. Bakan onların görüşünü sorunca, “Yarın öbür gün bir başka dernek de başkanlığa cumhurbaşkanı veya başbakanı getirmek isteyebilir, değişmesi lazım,” dediler.  Yıldırım Akbulut yerinden kalktı, sinirli bir sesle konuştu. “Farz edin ki Süleymaniye Camisinin minaresi yıkıldı, yapmamız lazım. Bana imar durumuna aykırıdır mı diyeceksiniz ?” diye sordu. Müşavir, “Efendim o tarihi eser,” dedi. Yıldırım Akbulut, “Hah işte, Darüşşafaka da tarihi eserdir, dokunamazsınız,” diye karşılık verdi. Ve o madde bugün hâlâ yürürlükte. Yıldırım Akbulut’un yaptığı iyilik bununla da kalmadı. Darüşşafaka’nın en büyük gideri emlak vergisiydi, okulun ve bağış yapılan binaların emlak vergisi. Kanun çıkarttırdı ve Darüşşafaka emlak vergisinden muaf tutuldu. Daha önce sadece Yeşilay ve Kızılay muafmış, üçüncü olarak Darüşşafaka eklendi.

Rezidansların başlaması Hayri Öndeş’in başkanlık dönemine rastlar. Yakacık’ta bir araziyi bir hanım Darüşşafaka’ya yaşlılar evi yapılmak şartıyla bağışlamıştı. Çok güzel bir araziydi. Hayri Bey ‘bağışçılarımızı mutlu edemiyoruz, hastaneye yatırsak olmuyor, bir müddet sonra sıkılıyorlar, evlerine bakıcı götürüyoruz, yine olmuyor, belki bu bizim önümüzde bir yol açar dedi. Mimar olan kızını görevlendirdi. Dünyada en ileri ve modern yaşlı bakımevi nerede varsa gidip görmesini, ona göre bir proje hazırlanmasını istedi. Hayri Öndeş’in kızı bu konuda uzman bir Avusturyalı ile birçok ülkeyi dolaşıp inceleme yaptı ve hazırlanan mimari projeyle Yakacık’taki rezidans yapıldı.

fa/ök/kk Ocak 2016